Metruk bir evin içinde kayıp ruhumu arıyorum. Gözlerim, her köşeyi izliyor. Kendime ait birtakım şeyler bulma isteği yerimi durmadan değiştirmeme neden oluyor. Hızlı fakat temkinliyim. Ucuz koltuklar, eskimiş tablolar, yere saçılmış okunmamış kitaplar, sehpanın bir köşesine fırlattığım sigaram... Hiçbiri bana ait değil. Tekrar bakıyorum. Yürüyorum. Koridorlar hiç bitmeyen bir yol. Yürümek, hiç yola çıkmamış gibi hissettiriyor geçen her saniye. Duvarlar üzerime geliyor. Bana öylece bakan, sanki zorunluluktan bana katlanıyormuş hissi veren duvarlar. Evin diğer odaları karanlık. Işığı açma zahmetinde bile bulunmuyorum. Yine de karanlıkta gezdiriyorum gözlerimi. Karanlıkta yalnız olmadığım hissine kapılıyorum. Sonra pencereden yansıyan sokak lambasının altında yürüyen gölgenin evime uzandığını fark ediyorum. Yalnız değilim.

Evim, diyorum. Evim sokaklardan daha tekinsiz geliyor. Ne vakittir, evin içinde gölgelerle konuşuyor, duvarlarla tartışıyorum diye düşünüyorum. Bir soru soruyorum kendime. Sonra bütün sorular ardı arkası kesilmeden sıralanıyor önümde. Es geçiyorum. Karanlık bana gülümsüyor. Ben de ona gülümsüyorum.

Uzaklaşıyorum karanlıktan. Kendimden uzaklaşmak ister gibi. Hiç durmadan uzaklaşıyorum kendimden, aynı vakitte evin her köşesinde kendimle karşılaşıyorum. Aynalar bana gülüyor. Gözlerimi kaçırıyorum. Yaşamak, az önce kaçırdığım gözlerimin içindeki korkuda saklanıyor. Aynalar bana yeniden gülüyor, duyuyorum. Es geçiyorum.

Dışarıdan kulaklarıma ulaşan bir köpek sesi, evi daha da sessizleştiriyor. Kimsesizliğimi derinden hissediyorum. Dışarı çıkmak, kaybolmak istiyorum. Hiç değilse birkaç insan görürüm, diyorum. Kaç insan görürsen gör diyor aynalar, dönüp dolaşıp aynı eve sığınacaksın. Belki geri dönmem, bu sefer ben terk ederim bazı şeyleri diyorum. Bu sefer terk edilen değil terk eden olurum. Aynalar tekrar gülüyor.

Yalnızlığım bir dev gibi büyüyor, karşımda dikiliyor. Küçümseyen bakışlarla beni izliyor. Kimsin sen, der gibi üstten bakışlar fırlatıyor. İçim içimi yiyor. Katlanamıyorum. Tüm eşyalar gözümde büyüyor, beni sıkıştırıyor, nefes alacak yer bırakmıyor. Yaşamak fikrinin hakkını veremiyorum. Kendimi atsam diyorum, pencereden. Hiç düşünmeden ölüm fikrine sarılsam. Soğuk bir el bedenime sarılmış gibi titriyorum. Ölümden bile korkuyorum.

Sehpanın köşesine fırlattığım sigarama değiyor gözlerim. Uzanıp onu alıyor, yakıyor, bir nefes çekiyorum. Şimdi her şey daha iyi. Gözlerimi kapıyorum. Boşluğa savrulan bir ölüyüm. Bedenimi terk eden ruhum, sigara dumanına karışıyor. Hiç durmadan nefes çekiyor, duman yükseldikçe yaşadığımı hissediyorum.

Bir an, ölüm fikri yeniden yokluyor zihnimi. Ölümüm dünya üzerinde bir eksiklik veya bir fazlalık oluşturur mu? Ölümümü bile fark eden olur mu? Şu metruk evde metruk bedenim çürürken, beni fark edemeyecek olan dünyaya kızıyorum. Beni yok sayan insanları, eski arkadaşlarımı, kapı komşumu düşünüyorum. Hepsiyle teker teker konuşuyor, hepsine kızıyorum. Beni öldüren ne olacak bilmiyorum ama katilim sizsiniz diye bağırıyorum. Ben bile duymuyorum beni. Ben bile yok sayarken beni, önemsenmek neyime diyorum.

Bir kapı çalsa, koşarak açsam ve karşımda son sevdiğim kadını görsem, diye düşlüyorum. Fark etmeden bir hayal çiziyorum. Günlerce düşünüp hazırladığım nefret dolu cümleleri haykırıyorum önce yüzüne. Nerdesin, diye soruyorum kızgınlıkla. Beni neden yalnız bıraktın, diye bağırıyorum. Öldüm ben, hiç hissetmedin mi diyorum. Belki ağlıyorum. Bir cümle, bir kelime bekliyorum ondan. Belki de tek kelime etmiyorum, sadece gözlerine bakıyorum. Beni anla, der gibi. Gerçekten de beni anlıyor.

Sanki bir hayal değil, gerçek. Şimdi karşımda bana yürüyüyor, bana yaklaşıyor. Kendime geliyorum. Toparlanıyorum. Ondan uzaklaşmak istiyorum. Hayalinle bile yüzleşmek, acı veriyor. Tedirginleşiyorum. Evden çıkıyorum. Arkamda bıraktığım hayal karanlığa karışıyor, gölgeye dönüşüyor. Hızlanıyorum. Kafamı kaldırmadan kaldırımda yürüyorum. Hava çoktan kararmış, görüyorum. Yanımdan insanlar geçiyor. Yürümeye devam ediyorum. Aklımı hâlâ bir hayal meşgul ediyor. Sanki gölgesi arkamda yürüyor. Birine çarpıyorum.

'Dikkat etsene.' diye bağırıyor yüzüme. Tek kelime etmeden devam ediyorum. Yolun sonu nereye çıkıyor bilmiyorum. Yolun sonu beni gerçeğe götürür mü, diye düşünüyorum.

Az sonra denizin sesi geliyor kulaklarıma. Gülümsüyorum. Daha hızlı yürüyorum. Ayaklarım kumsala değiyor. Sıcak kum, bedenimin her hücresini harekete geçiyor. Çevreme bakınıyorum. Kimse yok. Kalabalık uzaklaşmış, birisi tüm dünyanın sesini kısmış sanki. Sadece denizin yorgun dalga sesleri, ateşböceklerinin fısıldayışı ve arada yüzümü yoklayan poyrazın sakin uğuldayışı..

Ayaklarım benden habersiz hareket ediyor. Arkama bile bakmıyorum. Bakışlarım yere değiyor. Kum tanelerinin içinde kayboluyor gözlerim. O an bir kum tanesi gibi hissediyorum. Değersiz, küçük ve sadece bir kum tanesi. Sadece dünyaya bir kum tanesi olarak geldiğimi düşünüyorum. İçimde bir duygu alevleniyor. Belki, acı. Tekrarlıyorum, bazı insanları asla affetmeyeceğimi. Sonra unutuyorum. Denize doğru yürüyorum. Dalgalar bir şeyleri alıp götürmeye istekli, hırçınca köpüklenişi sanki açımı dindirmek istiyor gibi.

Ayaklarım kumsaldan denize değiyor. Yürümeye devam ediyorum. Yürüdükçe bazı şeyler kafamda netleşiyor. Bazı insanların yüzü, bazı anlar, bazı şeyler.

Yürüdükçe anlıyorum. Su yürüdükçe yükseliyor, bana yaklaşıyor. Gözlerim ufuğa kayıyor. Saati bilmiyorum. Ama güneş uzaklaşıyor benden, ben ona yaklaşmaya çalıştıkça. Keskin bir çizgiyle denizden ayrılan o sınır çizgisine ulaşmak istiyorum. Ufuğa gitmek istiyorum.

Yürüyorum.

Dalgaların arasında gittikçe zorlanıyor ayaklarım.

Gözlerim kapanıyor.

Poyraz beni kendimden uzaklaştırıyor.

Dalgalar beni geriye sürüklüyor.

Fısıldıyorum, ben oraya aitim.

Olmam gereken yer, orası.

Dinle; ateşböcekleri, dalga sesleri ve poyraz.

Fısıldıyorum, ben buraya ait değilim.