Güneş yakıcı, gölgeler bile serin değil. Dağlar var köyün etrafında, üstünde akbabalar uçuştuğundan kimse çıkamadı oraya. Beni bir kapıya bıraktılar, adı sanı nedir bilmem, lakabı "Dul Ebe" imiş.

Kadın kapıyı açtı, elimde bir kâğıt parçası ile baktım yüzüne. Buruşuk bir ten, yetmiş yaşı geçmiş olmanın verdiği yorgun adımlar, etrafındaki herkesin yükünü sırtında taşıyıp bitkin düşmüş kadar da ağır hareketler...

O gün anamla babam bıraktı beni o kapıya, büyük şehre gideceklermiş. Para kazandı mı gelip alacaklarmış beni, kâğıtta ne yazıyordu okuyamadım. Daha mektep kapısı görmedim hiç, beş yaşındayım ondan. Dul Ebe o gün beni içeri aldı, sıcak çorba verdi. Arada kendince konuştu ama duyamadım. Bir hafta geçince ancak sordum Dul Ebe'ye, beni ona niye bıraktıklarını. Beni o doğurtmuş, köyde anamla babamın güveneceği kimse yokmuş. Meğer Dul Ebe lakabı da buradan geliyormuş, kocası ölünce dul kalmış. "Rahmetli iyi adamdı da beni sevmezdi." diyordu kocası hakkında. Ebelik ettiği için Dul Ebe demişler, gerçek adı nedir ben de bilmem.

Köyde beni yanına alıp pazara giderdi de kimse sevmezdi onu, herkes ona bağırarak konuşurdu. Sonra anladım hırçınlığının ve huysuzluğunun sebebini, kocası Hacı Mahmut'la çocukları yokmuş. Onca bebe görmüş de ebeliğinde, bir kez kendi yavrusuna kucak açamamış.

Dul Ebe içten içe merhametli, anaç kadın ama kocası da ona köylüler gibi davranınca bu kadar hırçınlaşmış. Böyle bilmem kaç sene geçti, bir kış...

Çok kar yağıyordu bizim köye, Dul Ebe hastaydı. Bana hastayken "Sen benim tek oğlumsun." deyiverdi ve ertesi gün ahirete göçtü.

Beni yetimhaneye aldılar, elimde Dul Ebe'nin ve kocası Hacı Mahmut'un düğün fotoğrafı. Anamdan daha ana olan kadının hatırası kaldı, beni para kazanınca gelip alacaklardı. Almadılar, ben de Dul Ebe'yi ana bildim. Gittiğim her diyarda onu dedim: "Bu benim anamdır." diye. Memleket meselesi gariptir, bir şehir değil bir insan bile memleket olur insana bazen, benim memleketim de anamdı.