Birtakım inşaat işleri için Çanakkale'nin ilçelerini geziyoruz. Yolculuk sırasında radyo ziyadesiyle kötü ve herkesin telefon şarjı erkenden ziyan edilemeyecek kadar değerli. Torpidoda 1992'de çıkmış bir Barış Manço albüm CD'si buldum. Mutluluğumuzun ortak sembolü Barış Manço'nun adını CD'nin üzerinde okuyunca tüm araba bana, beni onaylarmışçasına sesler çıkardı. Albümü sürücüye yerleştirdim. Ben Barış Manço hayranıyım ve bütün şarkılarını biliyorum... Bilmiyormuşum, CD'de tek bildiğim şarkı "Ayı..." Bir süre sonra araba durdu, beraberinde Manço sustu.
Arabadan inip mahalle kıraathanesine (toplantı salonu) yönelirken haziranın bunaltıcı sıcağı keyfimi kaçırdı. Serin gölgeli çınarların altında bol ikramlı (çay ve su) bir toplantı masası oluşturuldu. Masadaki muhabbet dikkatimi çekmeyince daha ilginç bir şeyler var mı diye etrafa bakıyorum. Etrafta herkesin bir yüzü gülüyor. Yaş ortalaması bir hayli yüksek. Son zamanlarda (20 yıl) bu yaşlı insanlar için gerçekleşen güzel herhangi bir olay yok. Ama bu gibi kıraathanelerde hâlâ mutlu emekliler bulabiliyorum. Belki son yatırımlarını yaptıkları için, belki de kıraathaneye enflasyon daha vurmadığı için mi (çay bir lira) mutlular bilemiyorum.
Ne kadar gözümü kaçırsam da ilgimi bir insan topluyor. Masada inşaattan anlayan bir adam var. O söylemedi ama ben anladım. Gözleri daha bizi görünce gülmeye başlamıştı. Haberimizi önceden almış olmalı. Sanki daha önce: "Bak inşaatçı gibi, müteahhit gibi ama pek de öyle olmayan insanlar gelecek, sen de gel." denmiş. O heyecanla erkenden kıraathaneye gelmiş gibi. Oturuşundan, çayı içişinden, lafa girme telaşından, gözlerindeki ışıltıdan anlıyorum bunu.
Masada birilerinin işi çıktı ve masa tenhalaştı. Sessizlikten cesaret sordum:
—Abi, sen ne işle meşgulsün?
—Ben eski müteahhidim. Bozcaada'da, Ege'de işler yaptım. Kendi ekipmanlarım vardı. Altı sene evvel bıraktım. Kıbrıs gazisiyim bu arada. Çanakkale'de törenlerimiz olur.
Hayatın her alanında bulmak istediğim bir netlikte tüm geçmişini önüme serdi. Sonra aniden sustu. Masadaki cep telefonuna yöneldi. Onunla konuştuğumu unutacağım kadar bir zaman telefonuyla uğraştı. Sonra birden: "Hah! Bak, bunlar da tören fotoğraflarım." diyerek telefonunu bana gösterdi. Alakayı anlamadım ama umursadığımı hissetmesi için ilgiyle inceledim. Uzunca bir süre bolca madalyalı üniformalar giyen bu insanların toplu fotoğraflarında kaldım. Kadrajın neresine bakacağımı bilemeden detaylarda kayboldum. O da neye bu kadar uzun baktığıma anlam verememiş olacak ki sessiz ve sakince telefonunu kapattı... Amcayla güzel başlayan muhabbetimiz kendini ışık hızında "Memleket neresi?" sorusuna getirdi. Bu soru, geçmişte yaşanmış ve gelecekte yaşanacak nitelikli söylemlerin kendini ezber cümlelere bırakacağı noktaydı. Benim için kurtulması zor ve bir o kadar da heves kaçırıcı bir konu... Bu durumdan nasıl çıkacağımı erken düşünmeye başlayınca "Memleket neresi?" sorusunun cevabını vermekte geciktiğimin farkında değildim. Sessizliğim ve amcaya anlamsız bakışım masayı aşırı eğlendirdi... Önemli değil. Aramda kulvar farkı bulunan bu insanları güldürebilmek her nasıl olursa olsun bana hep keyif vermiştir.
Zor oldu ancak muhabbeti benim için daha nitelikli bir yere getirmeyi başardım. 99 deprem raporu oluşturulurken kendisi bilirkişi olarak görev almış. Bana anılarından bahsetti: "Yeğenim, denizin yanında kum olan yerlerde hiçbir şey olmamış; nerede toprak başladı, orada sağlam bina yoktu." Tam dört sene neredeyse her dönem teorik olarak aldığım bu bilgi o an mantığıma yatmayıp yüzümü ekşitse de amcanın dediği doğruydu.
Çaylar içildi, bazı konularda anlaşıldı ve bu dev gölgeli çınar ağaçlarının altından ayrılma zamanı geldi. Arabaya bindik. Arabanın yürümesiyle albüm çalmaya devam etti: Hemşerim, memleket Nire?