Bir sahaf dükkanında, eski bir kitabın içinde buldum onu. Bazı yerlerinde dağılmış mürekkepler, envai çeşit lekeler vardı ve eskimişliğiyle epey uzun bir yolculuğu olduğu belliydi. Önce tereddütle koydum kağıdı yerine, okursam bir dünyayı işgal etmekten korktum. Fakat dayanamadım ve yine bir sonbahar akşamında, kelimelerin iziyle unutulmuş bir hayatı soludum. Nereden, nasıl, kim getirmişti bu hayatı ve bırakmıştı hayatıma, bilmiyorum. Sanki kaderin örülü ağları, mektubun meçhul yazarının kimsesizliğini silmek istemişti. Dayanamadım, oturdum ve meçhule yeniden dokunmak istedim:

 

Dudakların bitkinlikten sustuğu ılık sonbahar akşamında, elimde kalem ve garip bir çırpınışla oturdum, sessizliği mürekkep yapmak istedim kardeşim. Dilini, dinini, nasıl ağlayıp nasıl sustuğunu, neyin kalbe dokunup neyin tebessüm doğurduğunu bilmediğim bir ülkenin bilmediğim kentinde oturdum ve parmaklarımla aidiyetime dokunmak istedim. Yol uzun, gece uzun, reddediş uzundu. Yolun bitişi, ulaşmanın dinginliği de bir garipti. Neden sorusu ve bilinmezliğin endişesiyle doluydu sanki sıla, anne ve baba olanların yüreğinden silinmeyecek bir izdi bu. Ellerde, gözlerde, dudaklarda; bir dokunuşla, semadaki camiyle, kelimeyle, sesle, kokuyla memleketin son izi hâlâ duruyordu. Bir sürgünün yitik yolcularıydık bizler; bu bilinmez topraklarda bir yabancı, yabandık kardeşim. O sürgünde bir hıncın, savaş hıncının buruşturduğu hayatlar saklıydı sanki; dahası kimse dokunmuyordu bu ize, mevcudiyetleri orada saklıymışçasına. Mevcudiyetleri buruşmuşçasına… Yüzlerde artık bir suret, yaşamın sureti varlık kazanmıştı yahut kaybetmişti varlığını. Dedem ne çok bahsederdi suret meselesinden. Gözdedir, derdi. "Çizgidedir." "Hayatın kalemi o gözleri boyar, fakirin boyası katran, çizgilerinin oylumu geniştir." derdi. Boyamızda varlıklarının güç ihtirası vardı kardeşim, boyamızda acziyet, safi varlık huzursuzluğu vardı. Sağ bacağımın izsizliğinde, boşluğunda bir iz saklıydı; çare, çaresizlikle karşılaşmayan beşer için ne manasız şifaydı. Acı beşerin halinden anlamayı öğretirdi, acıyı doğuran topraklardaysa beşer yine beşeri yok ederdi. Ortada bir hal vardı kardeşim lakin halden anlayan yoktu, meydan yanmaktaydı fakat ateşi söndürecek su yoktu. Gelenler sadece yakmayı bilirdi, kaçmak zorunda kalanlarsa dilsizliğin güçlüğünü öğrenirdi. Çocukların gözlerinde korkunun toyluğu vardı, annelerin ellerindeyse kimsesizliğin duruşu barınmaktaydı. Dedim ya kardeşim, bir yangın vardı; insan, insanı yakmaktaydı. Belki bundan, belki olamayandan hayat bir başka akıyordu, rayını reddeden bir tren gibi. Yalnız insan, yalnız Allah ve yalnız duayla... Alışırdı insan, elbet alışırdı fakat bir dokunuşla, bakışla, sesle, kokuyla hatırlardı ve özlem, aniden çökerdi kalbe; sızlatırdı yitikliğini.

Bir kuş bile kanatlarına tabiatını takıp uçardı yer ve gök arasındaki çizgide. İnsanlığı takıp uçuyordum ben de insaniyetime ve yeryüzünde savruluyordum tıpkı onun gibi fakat benim rüzgârım onunki gibi tabiatın bir parçası değildi kardeşim. Benim rüzgârım, tabiatını reddeden insanlıktı. Kendini ne göğe ne yere koyamayan, kibriyle tabiatını hor gören insanlık… Kendi savaşlarında başkalarını kurban bırakan o koca tufan, dudaklarda sadece Allah kelimesini; zihindeyse köklerin onurunu bırakmıştı.

   


Hatırlar mısın bilmem, çok küçüktün, sabah top oynamak için gittiğinde geri dönmemiştin. Akşam olduğunda babamla aramıştık her yeri ve sen, küçücük gövdenle bir bebek gibi durup uyuyordun karanlıkta, meşe ağacının heybetinin altında. Ayaklarında çivinin yarası, çocukluğunda tesellinin ihtiyacıyla açtığında gözlerini, bir rüyaya uyanır gibi sevinçle bakmıştın babamla bana ve sonra hemen ağlamıştın bulunmanın bastırdığı korkuyla. Şimdiyse benim ayağım sakattı ve ben o meşenin heybetinde bütün korkum, çocukluğum ve kızgınlığımla bekliyordum bulunmayı. Fakat o kadar yakında değil kardeşim, o kadar yakın bir meşe ağacında değil... Bulunmanın bir rüya bağışlayacağı bir akşamda ve aynı bakışla... Ama uzaktı, zamandan ve mekândan çok uzaktaydı. Beşer yine beşerdi lakin bakışlarda bir yabancılık, uzaklarda kalan bir duygunun tenhalığı vardı. Rüzgar bir yabancı esiyordu sanki. Gökyüzü, bir yabancı kararıyordu; sesler, bir yabancı çıkıyordu dudaklardan. Kalem bile bir yabancı dokunuyordu kağıda. Oysa bir ozan olup sırtlamak isterdim omzuma türkülerimi; gurbet toprakları ayaklarımda kimsesizliğim, sırtımda milletimle adımlamak, sesim ve nağmemle kendime yurt olmak isterdim. Fakat özgürlük ulaşılması güç bir sözcüktü unutmak çağının illetinde, değersiz ve çıplaktı; dudaklar kirletmişti benliğini, yokluğuyla. Ozanın aidiyetsizliği değildi bu kardeşim, ozan sırtında dünyayı taşırdı. Bir çocuğun kaybolduğunda duyduğu toy korkuydu yüreğimdeki. Etrafıma bakınıp tanıdık bir yüz arıyordum ben de onun gibi ve bulamadıkça daha da kimsesizleşiyordum, daha da küçülüyordum. Oysa sığamıyordum zamanın beşiğine bu çocuk ruhumla; zaman iplerini çoktan koparmış ve beni, uzaklığın yakınlık doğurmadığı topraklara bırakmıştı. Dünya Adem ve Havvaların yurduydu ancak hatıralar yadırgıyordu varlığını. Aynı bellek değildi çünkü aynı tarihin gizli belleği değildi özlerdeki. Bir unutuşun gölgesinde barınıyordu o öz, şimdiyse ben onun gölgesiydim sanki.

Yaşam; kabuğundan bir anda savurup üryan bırakınca insanı, geçmişte kalan yabancı bir çehreye bile sımsıkı sarılıyormuş zihin, kardeşim. Bir an, yaşamın oluyormuş. Biliyor musun, daha çok arar oldum hatıraların tozlu kalıntılarını? Babamın ellerimden tutup okula götürdüğü yolu, senin boyundan büyük giysilerini çıkarıp okul kıyafetini ilk giydiğindeki sevincini, yanık sesli Hasan amcayı, annemin o ela ve güzel anne bakışlarını… Babamın kamyonuyla gittiğimiz büyük kentleri, koca duvarlı sokakların bende uyandırdığı şaşkınlığı… Sonundaysa babamın ellerini, senin çocuk sesini, annemin güzel ela bakışlarını bir bir toprağa bırakışımı… Oradayken fark edemediğim ve sizi öyle anarak toprağınıza dokunamadığım her şeyi… En nihayetinde Hasan amcayı işitiyorum, sanki yeniden kalbimde. Saza nasıl öyle dokunduğunu, sesinin nasıl öyle güzel çıktığını izliyorum aynı şaşkınlık ve merakla. O seste bütün çocukluğum, köyüm, yurdum saklıymışçasına. Ona sımsıkı sarılırsam, ne ararsam onda bulabilecekmişim gibi. 

 

Görüyor musun kardeşim, kelimeler nasıl kuşatıyor yüreğimi ve özümü? Sanki hiç susmak zamanı gelmeyecek ve daima dünyanın gürültüsünü bastıracağım kalemimle. Hakikat, bir kalemle devrilir mi bu kirli çağın üstüne? Bir kestanenin birleştiriciliğinde sobanın sıcaklığına tutunup yalın ve anlamsız cümlelerle ısınabilir mi yeniden çocukluğumuz? Meşe, dallarını uzatır mı üstümüze ve korur mu bizi? Biz diyorum kardeşim, bizin unutulmadığı topraklar… Oysa şimdi ben ve benin yalnızlığı duruyor avuçlarımda. Ben ve "ben"in kaderi. "Biz" dünyasıysa o karanlıkta, gözlerindeki sevinçte… Unutmuyorum fakat daha az hatırlamaktan korkuyorum. Zihnime dünyanın sığamamasından, o kuru toprağınızı bir duayla kuşatamamaktan... Kendime gurbetçi kalmaktan korkuyorum kardeşim. Biri su dökse o toprağa, yüreğime dökülecek sanıyorum. Kalemin gölgesine sığınıyorum sancıyla. Bak, babam duruyor satırlarda. Gözlerin parlıyor yeniden. Annemin ela bakışları bakıyor gözlerime. Kelimeler ne denli savruk ve yaralı. İşte, tutuyor babam avuçlarımdan. "Neden bu kadar uzaklaştın?" diye kızıyor gizli bir şefkatle. Gözyaşlarım dökülüyor avuçlarına. Susuyorum ve ağlıyorum, daha sıkı sarılsın diye avuçlarıma.


Sandalyemden kalktım ve evden koşar adım çıktım. Vakit akşam ve kent yorgunluk sessizliğindeydi. Kulaklarımda maziden gelen bir türkü, zihnimde annemin elleri duruyordu. Kentin büyüklüğünden kaçıp sığınacak bir meşe ağacı var mıydı? Varlığımın yabancı toprağını savuracağım hatırlayışlar oradaydı.