Mevlana Celaleddin Rumi'nin 'Mesnevi' Adlı Eserinde Kaleme Aldığı "Hârût ve Mârût" Hikayesinin Yorumlanması


BĀUROĞLU BELʿAM’IN, KUŞATTIKLARI BU KALʿADAN MŪSĀ’YI, ONA UYANLARI, DİLEDİKLERİNE ERMEDEN DÖNDÜR DİYE DUĀ ETMESİ VE DUĀSININ KABŪL EDİLMESİ


Dünyā halkı, Baūroğlu Belʿam’a, zamanın İsā’sı gibi rām olmuştu.

Hiç kimse, ondan başkasına secde etmezdi; nefesi, hastaya sağlık verirdi.

Ulunması, kendisini olgun sayması yüzünden Mūsā’ya pençe attı; onunla savaştı; sonra da ne hale geldi; işitmişsindir.

Dünyāda yüzbinlerce açık, gizli İblis vardır; Belʿam vardır; hepsi de bu hale gelmiştir.

Tanrı, bu ikisini, geri kalanlarına şehadet etsinler, örnek olsunlar diye tanıttı.

Bu iki hırsızı darağacına çekti; yoksa kahrına uğramış daha nice hırsız var.

Bu ikisinin perçeminden tuttu da sürüyüp şehre getirdi; yoksa onun kahrıyla ölenleri saymaya imkân yok.

Nāziksin, nazeninsin ama haddince. Allah aşkına haddini aşma, Allah aşkına.

Kendinden daha nazlı birine sataşırsan, seni, yerin yedi kat dibine sokar.

Ād, Semūd hikâyeleri niçin söylenmekte? Peygamberlerin nazlı-nāzenin olduklarını bilmen için.

Bu yere batış, başlarına taş yağış, bir çetin sesle kahrediş, hep peygamberlerin yüceliklerini bildirmek içindir. 

Bütün hayvanları insan için, fakat bütün insanları da bir akıl için öldür-gitsin.

Akıl dediğin nedir? Akıllı-fikirli kişinin küllî aklı. Parça-buçuk akıl da akıldır ama per-perîşan, aşağılık bir akıldır.

İnsanlardan kaçan hayvanların hepsi, insanlara alışan hayvanlardan aşağıdır.

Onların kanları, halka mübahtır; çünkü ulu akıldan kaçıyorlar; akılları tam değil.

Onlar, insanlara aykırıdır da o yüzden yücelikleri bu dereceye düşmüştür, o yüzden alçalmışlardır.

Sen de ‘Arslandan kaçan yaban eşeği’ olduktan sonra a şaşılacak kişi, ne yüceliğin kalır?

Eşek, işe yarar da o yüzden öldürülmez; fakat insandan kaçtı mı, kanı mübah olur.

Eşeğin, kendisini kötülükten koruyan aklı olmadığı halde rahmeti, merhameti bol Tanrı, onu hiç de māzur görmüyor.

Peki a yüce sevgili, insan, o soluktan, peygamberlerin o sözlerinden kaçarsa nasıl māzur olabilir?

Hāsılı kāfirlerin kanları da insandan kaçan hayvanlar gibi, süngülerin, okların karşısında, mübah sayılır.

Eşleri, çocukları da tutsak olur-gider; çünkü onların akılları yoktur; onlar akıl mertebesinden sürülmüşlerdir, aşağılık kişilerdir.

Bir akıl, aklın aklından kaçarsa, akıllılık mertebesinden göçmüştür; hayvanlara katılmıştır.



HĀRŪT’LA MĀRŪT’UN, TEMİZLİKLERİNE GÜVENMELERİ, DÜNYĀ EHLİNE BAŞ OLMAYI İSTEMELERİ VE İMTİHANA DÜŞMELERİ


Adları yayılmış Hārūt’la Mārūt gibi hani. Onlar da, ululanmaları yüzünden zehirli ok yediler.

Onlar, kutlu yaratışlarına güvendiler. Fakat susığırının arslana güvenmesi de nedir?

Onun yüz boynuzu olsa da bunlarla korunmaya bir çāre arasa, erkek arslan, gene onun boynuzunu kırar, gene onu paralar-gider.

Oklu kirpi gibi bedeni boynuzlarla dopdolu olsa arslan, çāresiz, öldürecektir onu.

Kasırga, pek çok ağaçlar yıkar; fakat yeşermiş bir ota ihsanlarda bulunur.

O sert yel, otun zayıflığına acımıştır; a gönül, artık sen de güçten-kuvvetten dem vurma.

Balta ağaç dallarının çokluğundan korkar mı hiç? Ağacı keser, biçer, paramparça eder-gider.

Fakat bir ota vurmaz kendini. Neşter, ancak yaraya vurulur. 

Odun çok olmuş, yalıma ne gam. Kasap, koyun sürüsünden korkar mı?

Mānāya karşı şekil, sūret, pek zayıftır; göğü baş aşağı eden, ondaki mānādır.

Dolap gibi dönüp duran gökyüzünden kıyas tut; onun dönüşü kimin yüzünden? Buyruk sahibi akıl yüzünden.

Oğul, kalkana benzeyen bu bedenin dönüşü, oynayışı da gizli olan can yüzünden.

Şu yelin esişi, ondaki mānā yüzünden; değirmen taşı gibi hani; o da ırmağın suyuna esir.

Bir soluğun alınıp verilmesi, bedene girip çıkması nedendir? İsteklerle dopdolu can yüzünden.

Can onu, kimi cım yapar, kimi ha yapar, kimi dal yapar. Kimi barış haline kor onu, kimi savaş haline.

Can o soluğu kimi sağa götürür, kimi sola. Kimi gül bahçesi haline getirir onu, kimi diken eder.

Böylece de Tanrı’mız, bu yeli, Ād kavmine karşı ejderha yapmıştı.

Derken gene o yeli, inananlara karşı barış, nimet ve aman haline getirmişti.

Din Şeyhi, alemler rabbinin mānālar denizi, ‘Mānā Allah’tır…’ dedi.

Kat-kat yerlerle göklerin hepsi, o yürüyen denizde çer-çöp gibidir.

Suda çer-çöpün şuraya buraya vurması, oynayıp durması, gene sudandır; suyun dalgalanmasındandır.

Onların durmasını, oynamamasını dilerse, bir dalgayla kıyıya atıverir.

Kimi de bir dalgayla o çer-çöpü kıyıdan çekti mi, ateş ota ne yaparsa, onlara onu yapar. 

Bu sözün sonu yok; a genç, gene Hārūt’un, Mārūt’un yanına at sür. 



HĀRŪT-MĀRŪT HİKAYESİNİN KALAN BÖLÜMÜ; DÜNYĀDA, BĀBÜL KUYUSUNDA CEZĀLARINI ÇEKMELERİ


Dünyā halkının suçu, günahı her ikisine de aydın olunca, öfkelerinden ellerini ısırmaya koyuldular; fakat kendi ayıplarını, gözleriyle görmüyorlardı.

O çirkin kişi, aynada kendini gördü de kızdı, aynadan yüz çevirdi hani.

Kendini gören, birinin suçunu gördü mü, içinde cehennemden bir alevdir, belirir.

O ululanmaya da din gayreti adını takar; kendindeki o ateşe tapan nefsi görmez bile.

Din gayretinin belirtisi bambaşkadır; bütün bir dünya o ateşle yeşermiştir.

Tanrı, eğer aydınsanız dedi, gaflete dalmış, işi-gücü kapkara olmuş kişileri görmeyin. 

A ordular, a kullar, şükredin ki şehvetten, baldır arasındaki yarıktan kurtulmuşsunuz.

O mānādan size de verirsem, gökyüzü, artık sizi kabūl etmez.

Bedeninizdeki temizlik, benim temizliğimin, benim koruyuşumun aksidir.

Onu benden bilin; kendinizden değil. Kendinize gelin, kendinize gelin de rahmetten sürülmüş Şeytan, size üst olmasın.

Hani Peygamber’in vahiy kātibi gibi, kendisinde bir hikmet buldu, kendisinde temellerin ışığını gördü.

Kendisini, Tanrı kuşları gibi ötüyor sandı; oysaki o, kuş sesine benzer bir ıslıktı ancak.

Kuşların sesini övsen, onlar gibi ötsen bile kuşun dileğini nerden bileceksin?

Bülbülün ötüşünü taklid etsen bile onun gülle ne işi var; ne bileceksin sen?

Bilsen bile o biliş, zandan meydana gelir; sağırların dudak oynayışından zanlara düşmeleri gibi hani.



Yukarıda sarı imleç ile gösterdiğimiz ve ‘HĀRŪT’LA MĀRŪT’UN, TEMİZLİKLERİNE GÜVENMELERİ, DÜNYĀ EHLİNE BAŞ OLMAYI İSTEMELERİ VE İMTİHANA DÜŞMELERİ’ hikayesinden önce gelen kısımda Mevlâna Hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’de ismi anılmadan; “Onlara şu adamın kıssasını anlat: Ona âyetlerimiz hakkında bilgiler verdik ve o -bunlara önce uyduğu halde- daha sonra bunlardan tamamen sıyrılıp uzaklaştı; şeytan onu peşine taktı ve bu suretle azgınlardan biri haline geldi. Biz dileseydik o kişiyi âyetlerimizle yüceltirdik; fakat o dünyaya sımsıkı sarıldı, ihtiraslarına uydu. -Allah’ın âyetleriyle bilgilendirdiği, fakat tabiatının kötülüğü yüzünden bu bilgileri daima dünya menfaatlerine âlet eden- bu adamın durumu, kovsan da kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp durmadan soluyan köpeğin durumuna benzer. İşte âyetlerimizi yalanlayanların hali budur. Bu kıssayı anlat, belki düşünür, öğüt alırlar” (el-A‘râf 7/175-176) şeklinde söz edilen ve kaynaklara göre Bel‘am b. Bâûrâ’nın hikayesini konu edinir. Farklı rivayetlerden birine göre; Bel‘am b. Bâûrâ, Tanrı’ya inanmasına rağmen, kavminin Musā’yı etkisiz hāle getirmek için Tanrı’ya dū‘ā etmeye zorlamaları üzerine zora dayanamayıp beddū‘ā eden ve Tanrı gazabına uğraması sonucu İsrailoğulları’nın şehre girip Bel‘am’ı asmalarıdır. 

Hārūt ve Mārūt bölümünü Bel‘am’ın hikayesi ile ilişkilendirmeden önce İslāmi literatüre göre; Hārūt ve Mārūt’un, Kur’ân’da adı geçen ve insanlara sihir yapmayı öğrettiklerine inanılan iki melek olduğunu bilmekte fayda vardır. Mevlâna Hazretleri ‘Adları yayılmış Hārūt’la Mārūt gibi hani. Onlar da, ululanmaları yüzünden zehirli ok yediler.’ diye kaleme aldığı kısımda, Bel‘am’ın, Hārūt ve Mārūt’un Tanrı’ya karşı gelmesi ile ilişkilendirmiş olup her üçünün de zaafları karşısında acizlik gösterdikleri konu etmiştir. 

  

‘Böylece de Tanrı’mız, bu yeli, Ād kavmine karşı ejderha yapmıştı.’ diye kaleme alınan beyitte ise Mevlâna Ād kavmine peygamber olarak gönderilen Hūd ve Semūd kavmine peygamber olarak gönderilen Salih hikayelerini, önceki bölümde olduğu gibi, bu bölümde de ele almıştır. Bu kavimlerin imāna gelmeyip şiddetli bir rüzgâr ile helak olmalarını konu etmiştir.

Bu iki olayı Kur’ân-ı Kerîm kaynaklı olarak metinler arasılık ilmiyle ilişkilendirmeye çalıştık. Şimdi ise beyitleri yorumlama işine gelecek olursak; beyitlerde sıklıkla geçen ‘mānā’ lafzı, Şems-i Tebrîzî’nin ‘Mānā Allah’tır.’ diyerek Allah’ın varlığının kudretine delalet getirmesini Mevlâna, kutlu yaratılışına güvenip kibirlenen kimselerin, akıl etmeyen kimselerin, Allah karşısında aciz kalacağını ‘mānā karşısında şekilin aciz kalacağı’ şeklinde ifade eder. Diğer bir konu olan nefisleri karşısında yenik düşmüş ve sonunda helak olmuş kimselerdir bu kimseler ‘isteklerle dopdolu canları’ yüzünden bir nefesi ister barış yaparlar ister savaş, fakat savaş yapanların sonu Ād ve Semūd kavminin, Bel‘am’ın sonu gibi olacaktır, demişlerdir Mevlana Hazretleri.

‘HĀRŪT-MĀRŪT HİKAYESİNİN KALAN BÖLÜMÜ; DÜNYĀDA, BĀBÜL KUYUSUNDA CEZĀLARINI ÇEKMELERİ’ başlıklı bölümde dikkatleri üzerine çeken kısım Bābül Kuyusu, yani; Çāh-ı Bābil Klasik edebiyatımızda kullanılan bir remiz olup kuyu manasına gelen ‘çāh’ ve Hārūt ve Mārūt meleklerinin ilahi emirle cezalarını çekmek için asıldıkları yer anlamına gelmektedir. ‘A ordular, a kullar, şükredin ki şehvetten, baldır arasındaki yarıktan kurtulmuşsunuz.’ beyitleriyle mezkûr iki meleğin dünyaya gittiklerinde Zühre adlı bir kadına âşık olmaları sonuca tuzağa düşüp ilahi emre karşı gelmelerini, Mevlâna, insanın şehveti yüzünden nefsine yenik düşmesinin tehlikesini anlatmaktadır.

Hani Peygamber’in vahiy kātibi gibi, kendisinde bir hikmet buldu, kendisinde temellerin ışığını gördü.

Kendisini, Tanrı kuşları gibi ötüyor sandı; oysaki o, kuş sesine benzer bir ıslıktı ancak.

Kuşların sesini övsen, onlar gibi ötsen bile kuşun dileğini nerden bileceksin?

Bülbülün ötüşünü taklid etsen bile onun gülle ne işi var; ne bileceksin sen?

Bilsen bile o biliş, zandan meydana gelir; sağırların dudak oynayışından zanlara düşmeleri gibi hani.

Yukarıda ayrı olarak tekrar yazdığımız beyitlerde ise Mevlâna Hazretleri, hiçbir şeyin ya da hiç kimsenin Tanrı’dan üstün olamayacağını, Tanrı’nın birliğini izahata gitmiştir. Tanrı gibi üstün olduklarını söyleyerek O’na şirk koşanlara ‘ne bilecekler?’ ifadesiyle onların ancak bir taklit ürünü olacaklarını ve yalnızca Tanrı’nın sahip olduğu yüceliği asla bilemeyecekleri, bildiklerinin ve hissettiklerinin ise sadece bir yanılsamadan, zandan olduklarını vurgulamaktadır.

Sonuç olarak; Mevlâna Hazretleri’nin Mesnevi adlı eserinin bir hikayesinden hareketle mutasavvıfımızın, Kur’ân’da geçen hikayelere ve İslami rivayetlere dayanarak Allah’ın kudretini edebi bir dil ile işlemiş olduğunu anlamış olduk.


  KAYNAKÇA

TDV İSLAM ANKSİKLOPEDİSİ BAŞLIKLARI:

TÜRKİYE DİYANET VAKFI, ‘İSLAM ANSİKLOPEDİSİ’, Erişim Tarihi: 28.10.2020, https://islamansiklopedisi.org.tr/cah-i-babil

TÜRKİYE DİYANET VAKFI, ‘İSLAM ANSİKLOPEDİSİ’, Erişim Tarihi: 28.10.2020, https://islamansiklopedisi.org.tr/harut-ve-marut

TÜRKİYE DİYANET VAKFI, ‘İSLAM ANSİKLOPEDİSİ’, Erişim Tarihi: 28.10.2020, https://islamansiklopedisi.org.tr/belam-b-baura

TÜRKİYE DİYANET VAKFI, ‘İSLAM ANSİKLOPEDİSİ’, Erişim Tarihi: 28.10.2020, https://islamansiklopedisi.org.tr/ad

TÜRKİYE DİYANET VAKFI, ‘İSLAM ANSİKLOPEDİSİ’, Erişim Tarihi: 28.10.2020, https://islamansiklopedisi.org.tr/cah-i-babi 

GÖLPINARLI, Abdülbaki, ‘MESNEVİ TERCEMESİ VE ŞERHİ’, İnkılap Kitabevi