Gitme vakti gelmişti. Ellerim ceplerimde, kağıt parayla oynuyordum. Belki gelmemesinin kalbimdeki tesirini, boğulan duygularımı görmezden gelebilirdim. Yüklerimi bankta bırakıp kalktım, yine de çok yavaş yürüyordum. Sanki bıraktım sandığım yükler sırtıma kanca takıp arkamdan sürükleniyorlardı. İnternette bir anı hatırlamak istediğimizde adımlarımızın yavaşladığını okumuştum, inanmadım tabii. Ben şu an unutmak için yavaş yürüyordum, teslim oluyordum beni dört duvara sıkıştırmış düşüncelere, sadece saldırılarına müsaade edip beni meşgul etmelerine izin veriyordum. 

Etrafta fazla insan yok. Hepsi içimde bir yerlerde saklı. Arıyorum, çıkmıyorlar. Belki çıkmak istemiyorlardır, belki ben beceriksizimdir ya da hiçbiri değildir. Pek fikrim yok. Emin olduğum tek şey, eve gitmek için tam şuradan sağa sapmam gerektiği. Tam şu kadının olduğu yerden garip biri dik dik bana bakıyor. Sanki kendi kendine konuşan benim. Kafamı hafifçe aşağı indirip selam verdim. O da aynısını yaptı. Pek etkili bir hareket değil sanırım. Şimdiye kadar hep aynı bakışla karşılaştım. Gittikçe kalabalıklaşıyordu yollar, çok fazlalar. Aralarında tanıdık bir yüz bakıyorum ama yok. Bulabilirim. Aramak istemiyor canım. 

Burayı ayrı tutuyorum. Her çeşit insan var burada, sadece gelip ihtiyaç duyduğun kişiyi seçip konuşman yeter. Daha önce hiç denemedim tabii. Onların dinledikleri ile benim anlattıklarım pek uyuşmaz. Selam verip geçerim oradan, kapı önünde içeri çağıran olur tabii ama bu kişiler iki üç günde bir değişir. Hiçbiri, gel abla bir çay kahve iç demeden duramaz. Organ mafyası falan mı bunlar? Bir sakin olsalar keşke, istesek zaten gelip içeriz. Acaba konuşmaya mı ihtiyaçları var? Neyse, bir ara gidip dinlerim. Etrafta gerektiğinden fazla, çeşit çeşit yüz görüyorum. Aklımda tutmak istemiyorum.  Günün sonunda tek tanıdık yüz benimki oluyor. Kendimle konuşup dertleşebiliyorum. Dertlerimi fazla anlatmamam lazım, dertlerimle kendimi boğmamam lazım, susmam lazım, hiç konuşmayıp yalnızlığa alışmam lazım, bana çok şey lazım ama hakikatte ne lazım?