''Bugün hava soğuk olacak.'' dedi televizyondaki adam. Adı neydi, bilmem. Hangi kanaldı, onu hiç bilmem. Burada yaşamadığına kalıbımı basarım heyhat. Soğuk olacağını pek ruhsuz söylediğinden mi bu kanıya vardım, onu da bilmem. Bilirdim işte bazen. O acele konuşmanın ardındaki ‘’bana değil size vuracak o soğuk, ey ademoğulları!’’ der gibi uluyuşundan, yayını hızla bitirmek için uğraşırken, az sonra, ofisinde içeceği sıcak, kıpkırmızı içeceğinin hayali boş bakışlarına yansırken; kimseler evsiz, kimseler aç, kimseler babasız düşünmeden, yüzündeki televizyon gülümsemesiyle, ''Mutlu günler Türkiyem'' deyişiyle. Bilirdim ama. Bilmek istemezdim bazen. O soğuğun kaç yuvaya vuracağını bilmek istemezdim. Ama hissederdim işte. Şu dünyada ne çok acı var, insanı delirtecek cinsten. Boğazında yumru, nefes alamadığın ne çok acı. Öyle acılar ki bunlar, yaşayanı olmasan da onun, vücudunu kovalar alev. Kurtulamazsın. Sıcacık evine. Dönemezsin. Yemeğini soğumadan. Yiyemezsin. Neden ben. Neden sıcak yatağım. Neden bu ev. Savaş vücudumda başlar bu sefer. Paramparça olmak isterim. Vücudum lime lime gökyüzüne yükselsin isterim. İsa gibi ve de. Gökyüzü kıpkırmızı olsun isterim. Damla damla olsun zerreciklerim isterim. Sıcak, kıpkırmızı bir içecek misali. Akın akın yağarken, yağsın ki kana doysun kimseler. Kıpkırmızı olsun yer, ve. Isınsın küçükler. Evime dolsunlar, kanepemde uyusunlar. Kimsenin çiçeği solmasın. Yalnız benimkiler. Yalnız ben. Solan. Mahkum.


Bir hışımla çıktım evden. Buz gibi soğuk hava yüzüme çarpınca, haklı olduğu için nefret ettim o adamdan. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Gidecek yeri olmayan bir kadınım ben. Binbir kapı beni bekler. Ben hiçbirini beklemem. Binbir maske çevremde. Ben bilirim içlerinde biner yüz. Panolarda, şehir meydanlarında boy boy maskeler. Hepsinin mutlu olduğunu söylerler. Bu şehrin mutlu olduğunu söylerler. Öfkelenirim. Az biraz öteye gitsem, bilirim. O uğursuz uçak meydanda, bilirim. Tüm bu çelişki beynime nüfuz eder. Bir ur gibi yayılır. Beni kanser eder. Yürürüm, yürürüm, yürürüm. Kendi kafesine hapsolmuş bir kadınım ben. Bu şehirde tutsak olduğumu bilirim. Çifte standart yeminlere bel bağladığımı. Kimsenin duymadığını bilirim, yanılgının o acı tadını da bilirim. En çok da kendi kanımın tadını. Bardak bardak ikram ettiğim. Cesedimi parçalarlarken evet, meydandaki uçağın yanındaki kazığa sergilendiğimi. Bilirim işte bazen. Bilirim, hep de bilirdim. Kanımla sarhoş kalabalıklarla kadeh tutuşup, kana kana içtiğimin kendi kanım olduğunu da bilirim. Adımlarımı sıklaştırdım sonra. Kaçmak, koşmak istedim. Binlercesiyle lanetlendiğim maskelerden kurtulmak istedim. Şeytandan daha hızlı ışıklarımı gönderebilirdim göğe. Ya da bir yalanı kabul edebilirdim. Ben birçok yalanı kabul ettim. Yine de tutunamadım. O maskelere yüzümü olduramadım. Kimsenin kanıyla sarhoş olamadım.

 

Kütüphanenin yanında.

Bir müze.

Eski bir müze var, bilir misin?

İçi yüzyıllar öncesinin şarkılarıyla kutsanmış.

Yüzyıllar öncesinin işlemeleri,

ruhum kadar eski

işlemeleri.

Onlara bakıp bağırmak istedim.

Ne zaman mutlu olacağım?

Yüzyıllar öncesinden gelen çığlıklar sinmiş her bir sütuna.

Ne zaman özgür olacağım?

Sen. Sen.

Beni görmedin.

Burada kimseler. Kimseler.

Beni görmediniz.

Kütüphanenin yanındaki eski müze gibi.

Önünden geçip her gün.

O eski, eski müzenin

ışıklarını kapalı tutuyor bekçi abi.

Gelen giden yok ki kızım.

Bir sen geldin sabahtan beri.

Niye açayım ki ışıkları?

Ben,

Ömrümce açtım ışıklarımı.

 

Adımlarım beni evime getirdi. Beni benden iyi bilirler çoğu kez. Nerede olmak istediğime önce onlar karar verirler. Az öteye gitmediler bu yüzden. O uğursuz uçağın önünden geçmedim. Düşmedim, kendimi de düşürmedim. Düşünce kalkmak kolay gelir bana. Hiç düşemeyenlerin öyküsü daha acıklıdır katiyet. Bu yüzden, kendimi benliğimin soluk borusuna attım. Uçurumumu boğazım kıldım. Düşüyorum delicesine büyük korku. Düşüyorum hem ne büyük haz. Düşüyorum nereye bilmem. Bilirim bazen ama. Bu sefer değil, bilmem. Yüzümde deli mutluluk. Acıdan kendini doğuran bir kadınım ben. Bin bir kapıyı yıktım. Bütün maskeleri yırttım. Mezarımı uçağın dibine kazdım. İyi bilirdik dedim ardımdan. Yüzümde ferah bir gülümseme. Düştüm, düştüm, düştüm.


Anahtarı çevirdim. Sıcacık kanepeme yayıldım. Sıcacık kupamı ellerimin arasına aldım. Soğutmadan içtim bu sefer. Sıcacık oldu içim. Dudaklarımda kalan o sıcak, kıpkırmızı içeceğimden birkaç damla halıya damlarken mırıldandım;

 

‘’bana değil size vuracak o soğuk, ey ademoğulları!’’