"Baba!"
"Efendim güzel kızım."
"Baba insan sevdiğini üzer mi?"
"Üzer kızım, insan en çokta sevdiğini üzer... Sevmediğini, tanımadığını, hiç görmediğini üzmek ister mi insan? Sevdiği için bazen üzmesi gerekir ama çok değil güzel kızım, kâh birkaç dünya günü, kâh bir ömürlük üzmeli üzecekse, yoksa bir ebedlik kimseyi üzmez seven."
"Baba ya üzülen, kalbi kırılırsa?"
"Bak kızım deden bana ne demişti; 'İstemeden de olsa kalp kırarsan sakın gönlünü incitme kimsenin...' Eğer üzüldüysen seni seven istemeden kalbini kırdıysa, gönlünü incitmekten kaçınmışsa gönülden affet onu..."
"Baba.""Buyur güzel kızım."
"İsteyerek üzdüyse?.."
"Seven isteyerek üzer mi hiç, istemeden olmuştur güzel kızım."
"Söyle bakalım kim üzdü seni?"
"Babam..."
"Seni neden üzmüşüm bakalım güzel kızım?"
"Karıncalarımı ezdin..."
"Anlat bakalım herşeyi güzel kızım, ağlama hadi..."
"Ayakkabıların canını acıttı baba, bak yuvaları orada ezdin birazını..."
"Baban seni hiç bilerek üzer mi güzel kızım, hem baban karıncalarının canını acıtmak istemiş midir?""İstememiştir..."
"Ağlama tamam mı?"
"Karıncalarım..."
"Bak ağlamazsan sana söz veriyorum karıncalarını korumak için uğraşacağım, sen de babana yardım edeceksin güzel kızım. İster misin babana karıncaların için yardım etmek?"
"Baba seni gönlümden affettim seni."
"Güzel kızım benim, sen tebessüm et olur mu hep."
"Koruyacak mısın onları?"
"Koruyacağım inşaAllah..."
"Hadi kalk bakalım neyi bekliyoruz işe başlayalım, benim güzel kızımın karıncalarını koruma vakti... İşimizi bitirelim sana bir hikaye anlatayım güzel kızım."
"Baba Allah senden razı olsun"
"Güzel kızım benim, karıncalarına artık bilmeden zarar veren kimse olmaz."
"Baba ya bilerek zarar verirse?.."
"O zaman hikayeyi analtma vakti güzel kızım, sessizce; usul usul anlayarak dinle olur mu?"
"Söz babacığım."
"Hadi defterimi getir güzel kızım."
"Getiriyorum babacığım."
"Hadi dinle bakalım:
İstanbul'da güneşli bir günün sabahında Topkapı Sarayı'nın avlusunda bulunan Has Oda'nın kapısı açılmış. Uzun boylu genç bir adam arka bahçeye doğru ilerlemiş. Bu kişi, padişah Kanunî Sultan Süleyman'dan başkası değilmiş. Devlet işlerinden vakit buldukça soluklanmak için arka bahçeye çıkar, ağaçları, kuşları, denizi seyredermiş. O gün deniz, ağaçlar bir başka güzeldi, yalnız ağaçlardan birkaç tanesinin yapraklarının buruştuğunu fark etmiş hemen yanlarına yaklaşmış ve eliyle tutup incelemeye başlamış. Biraz sonra ağaçların neden buruştuklarını anlamış. Karıncalar sarmış o güzelim dallarını. aklına bir çözüm yolu gelmiş. ağaçları ilaçlatmak... Böylece ağaçlar karıncalardan kurtulacak ve rahat bir nefes alacaklardı. Fakat birkaç dakika daha düşününce bu fikrin o kadar da iyi olmadığını anlamış. Karıncalar da can taşıyordu, ağaçları ilaçlatırsa onlar ölebilirdi.
İşin içinden çıkamayacağını anlayan Kanunî, bu konuyu danışmak için hocası Ebussuud Efendi'yi aramaya koyulmuş. Hocasının odasına gitmiş ama hocası odada yokmuş. Hemen oracıkta bulduğu kâğıt parçasına kafasına takılan soruyu edebî bir üslupla yazmış ve hocasının rahlesi üzerine bıraktı. Birkaç saat sonra hocası odasına gelmiş ve rahlenin üzerinde el yazısı ile yazılmış kâğıdı görmüş. Eline hat kalemini alan Ebussuud Efendi, talebesinin soruyu yazdığı kâğıdın altına bir şeyler yazmış ve kâğıdı rahleye bırakmış. Kanunî bir ara tekrar hocasının odasına uğramış. Hocası yine yerinde yoktu; ama rahlenin üzerine bırakmış olduğu kâğıdın üzerine kendi yazısı dışında bir şeylerin daha yazılmış olduğunu gördü. Merakla kâğıdı eline aldı ve okumaya başlamış. Yazıyı okuyunca yüzünde bir tebessüm belirmiş. Kâğıdın üst kısmında Kanunî'nin hocasına yazdığı sual vardı.
Kanunî şöyle demiş hocasına:
Meyve ağaçlarını sarınca karınca
Günah var mı karıncayı kırınca?
Hocası Ebussuud soruyu şöyle cevaplamış:
Yarın Hakk'ın divanına varınca
Süleyman'dan hakkın alır karınca..."