Mor bir gecenin en sessiz karesi,

rüzgar, buz kadar donuk bir ifadeyle ağaçları savuruyordu kendi yörüngesinin tersine.


Güneş batarken, yeni bir ay doğurmuştu,

göğün öteki yıldızlarına eşlik etmesi için.


Evrenin ve doğanın kaynağına sahip olduğuna inanılan ruhani bir gücün vâr olmadığını kabullendiğim ilk andı,

derince bir yutkunuşun ardından,

avuçlarımdan akıp göğsüme indi,

buğulu yaşlarım.

Damarlarımda usulca kaynayıp, sinsice gezen kanım,

yakılıp kül tutmuştu sanki.


Ellerimi ve kalbimi göğe açarak, yüreğimi adayabileceğim ve onun kutsallığına sığınabileceğim ruhani bir gücüm dahi yoktu artık.


Oysaki tüm ömrüm, gökten düştüğüne inanılan,

kutsal bir kitabın satırlarına adayarak geçmişti.

Göz ovuştururken beliren yıldızımsı hâyâli ışıklar gibi.


Bilmediğin bir şeyin peşinden koşmak ve nereye gittiğini bile bilememek,

kalbin durana dek devam edecekti.

alaycı bir tavırla sahte bir tebessüm kondurdum,

mahcup, yere bakan suratıma.


Kanlı bir ayin gecesi boğazımdan boylu boyunca, ağaçlara asılmışım.

maviye dönüşen alevlerin içinde yakılan kurban gibiyim.


Bedenim, kabaca kesilmenin dehşetini yaşıyordu.


Taşkın bir nehrin derinliğinde, köpek ölüsü biçiminde yüzen bedenim, pervasız bir ceset tazeliğinde yok olup gidiyordu,

insanlığın adını unuttuğu, gökten tek bir bulutun bile uğramadığı ıssız bir yerde.


Sudan yosun tutmuş bedenim, geçmişi masaya koyup,

gözlerime kilitledi.

Sorgulayıcı bir bakışla, bir açıklama bekler gibi.

Saat döngüsünün akımına kapılıp

sürüklendi,

kumların onu sürüklediği yere.


Cevap bulamayışının nefretiyle...


Göğsüm yarık, acım cayır cayır yanıyor.

Genzim paslanmış, gözlerim kurumuş.

İsyan bayrağını bir eylem esnasında,

gururlu bir tavırla, ellerimde sallarmışcasına,

ölümüm birden mi olacaktı?

*

"bir adamın ellerinde bitecek kadar mıydı?"


saman rengi bir pencere, istiridyelerin kanser tadında kabuklarıyla sarılı bir duvar.

Sandığın içinde gizlenen iki hoyrat çocuğun tablosu.


Akmaktan vazgeçmiş bir saat,

koşmaktan vazgeçmiş bir kadının ayak izleri vardı.


Hayat, suratıma kaba bir yumruk geçirir

gibi kilitledi kapılarını.

Arkamı dönüp, başka bir kapı aradığımda pusulam da yoktu.

Bilmediğim bir haritanın ortasında kayıp mıydım?

Koca bir hiçlikte yalnız başımaydım.


Göz kapaklarım indiği an başka bir boyuta

doğru ilerliyorum.

Bir ışık var kuşların terkettiği bir dağın tepesinde,

benim adımı bağırıyor.


Çağırıyor adeta cennetin kapısını tıklamam için,

tabutun karanlığına gömülüp

toprağa bağışlıyorum, parçalanmış cesetimi.

Dolunaydan önce, isimlerimizin yazdığı merzarlardaki tüm çürümüş gülleri ve yoncaları koparmaya gidiyorum,


Bu ışığa her dönüşümde, onları yeşertip yağmur gibi sereceğim önümüze bir bir,

Elimizden çalınan bahar bize ait olana dek.


Kapı gıcırdayarak açılır, işte masumiyetin kaynağı...


Sırtımda dünyanın ağır yükü değil, evrenin koca bir hafifliği vardı.


Kimsenin uğramadığı o ıssız kasabada, bir ışığın yakıldığını gördüm.


Cevap renksiz bir melodi gibi yankılandı duvarların ötesinden,


"Tanrı, her sabah gökten güneşi doğursaydı hayatlarımıza,

ortalık çöl olurdu..."