Kırk yaşında, saçlarına kır düşmüş, biraz yakışıklı, dert çekmiş görünmeye pek beceren Aziz o kadar uzun zamandır yürüyordu ki kendisi bile bu zamanı bilmiyordu, sadece yürüyebiliyordu. 2000’lerin İstanbul’unda bu giydikleri kısmen normaldi. Klasik, yünlü, gri, eski bir ceket. Krem rengi pamuklu gömlek. Beyaz hasta eşofmanı ve ayağında çorapsız giydiği siyah, pek eski kunduraları. Yola çıkalı birkaç gün mü olmuştu? Birkaç yıl mı olmuştu? Birkaç on yıl mı? Emin değildi. Yola ilk çıktığında cebinde bir kağıt, kağıtta bir isim ve bir adres tarifi vardı. Başı sıkıştığında bulacağı çete liderinin ismi ve adresi. Kağıdın cebine nasıl girdiğini de bilmiyordu. Yürümekten başka çaresi yokmuş gibi yürüyor, kağıda bakmaktan başka çaresi yokmuş gibi kağıda bakıp duruyordu. İsim ve adres kendiliğinden silinecekmiş gibi hissediyordu. Kağıda o kadar sık çıkarıp bakmıştı ki ellerinde eskimişti. Yolculuğunun bir yerinde kağıt elinin terinden paramparça olmuştu. Yok olmuştu. Baka baka zihnine en azından adresi çakmıştı, çaktıkça daha da dertli görünür olmuştu yazılı olan ismi de unutmuştu. Tırmanırken de dertli görünmeyi sürdürdüğü merdivenli sokağın başına ulaştı. Daha da eski görünen bir sokağa döndü Aziz. Sağındaki taş duvar meyvesiz bir sarmaşık ile solundaki nispeten yeni ev tadını yeni bulmuş üzümlü asmalarla bezeliydi. Üzümleri sevdiğinden, soluklanmak için durup bakmak yerince bir bahaneydi. Durdu, derin ve içli nefesini alırken üzümleri neden sevdiğini anımsamaya çalıştı. Bu ev ile bağ kurmak için üzümlerden başka bahane bulamadı. Gözlerini kısarak anımsamaya çalıştı sanki asma yapraklarının arasından bir şey seçmeye çalışır gibi. Gözlerini geri açarken dudaklarından bir “Yadigar” peyda oldu. Bu sokağın sonunda olmalıydı aradığı yadigar. Bir kahve işletiyor olmalıydı. Sokağın sonuna doğru yürüdükçe vücudundaki tüylerin daha bir hissedilir olduğunu fark etti Aziz. Bir soğuk rüzgar mı taradı vücudunu yoksa tüyleri diken diken mi oldu bilemedi. Bu mesafeden kahvenin önündeki birkaç eski iskemle ve yalnız başına oturan babayiğit seçilebiliyordu. Aziz kahveye yaklaştıkça babayiğidin dik dik bakmasından rahatsız olmuştu ancak el mahkum gidip yanına oturacaktı. Tek kelime etmeden Yadigar olduğunu düşündüğü babayiğidin yanına kuruldu. Korkudan ve mahcubiyetten terlemeye başlayacaktı ki yadigarın, “Hoş geldin Azizim” karşılamasını duyunca bir gülme gelir gibi oldu. Dolu gözlerle gülüp gülmediği belli olmayan suratı ile Yadigar’ın suratına baktı. 


Azi: 


Ben buraya gelene kadar bir ömür harcadım, buraya ulaşmazdan evvel sizin her gelene kucak açacağınızı, ‘Azizim’ diyerek iltifat edeceğinizi bilmezdim. Bunca zaman gönül alıp gönül sattım. Elimden şifa bulan da oldu cefa çeken de. Sen delisin, artık yeter bu ettiklerin diyen de. Aşklarımda oldu düşmanlarımda. Kimi zaman aman diyene yardım eden oldum. Kimi zaman aman deyişimi bir kula bile duyuramayan. Zengin oldum, fakir oldum. Alim oldum, cahil oldum. Yoruldum, bazen günahın gölgesinde serinledim bazen huzurun gecesinde rahat buldum. Ancak bu gün her şeyi tükettim Yadigar Bey. Ne halim ile hallenecek eşim dostum. Ne de hasretinden sokağına dar düşülecek bir yaren. Ne hırs edeceğim bir mülk, ne merak edeceğim bir ilim tahsili kaldı. Tükenmişliği tükettim. Bunca tükenene inat bu hayat neye inat eder de tükenmez derken, bilmediğim bir şehrin bilmediğim bir sahilinde gezerken, elimi cebime attım ve sizin adınızı buldum. O günden beri sizi bulmak için yürüdüm. Kaç zaman kaç sene sürdü bilmiyorum bu yürüyüş. Ama şükür buldum. Bana bir medet. Bana bir imdat. 


Yadigar önce geriye yaslanır gibi doğruldu, sonra ayağa kalktı. Dik bir sırtı keskin bir bakışı vardı yadigarın. Aziz’i görür görmez tanımıştı ancak kendisine neden Yadigar diye seslendiğinden emin olamamıştı. Sol elini Aziz’in sağ omzuna koyup adam gibi sıktı. Bir şey söylemedi, bir müddet omuz sıktı. Sakince sokağın Aziz’in geldiği tarafındaki asmalı eve doğru yürüdü. Yürürken kendi duyacağı bir sesle söylendi “ Ne yadigarı oğlum, benim adım Selim. Yıllar önce kendini mahalleden kovdurmayı başardın da şimdi de benim adımı unutmayı da mı başardın” dedi. Aziz’in gözlerinin dalıp gittiği asmalı eve vardı. Kapıyı iki kere tıklattı. Bahçeli evin üst katından beton merdivenleri terliği ile silleleyerek inen Sultan teyzenin ayak seslerini dinledi. Kapı aheste aheste açılana kadar başı öne eğikti. “Hoş geldin Selim evladım” denilmeseydi kendine, gözlerini dolduran utanılacak şey, göz kapaklarına değmeyecekti. Ama değdi. Artık bu baş böyle eğik kalacaktı. 


Selim derin bir nefes alıp deyiverdi :


- Baba yadigarı… baba yadigarı döndü.


Aziz ile Selim’in babaları da çocukluk arkadaşları olduğundan birbirlerine böyle seslenirlerdi. Birbirlerini birbirlerine böyle sevdirmişlerdi, ta ki konuşmaya başladıkları günden beri. 


Selim: 

- Baba yadigarı döndü Sultan Teyze. Oğlun döndü. 


Selimin söylemek istediklerinin bir kısmı vücudunu terk edememişti. Tereddüt ne menem bir şey imiş. Sultan teyze adımını sokağa taşırmadan Selim’e doğru yaklaştı. Boyu Selim’e göre biraz kısa kalmasına rağmen sağ eliyle uzanıp Selim’in sol yanağını tuttu. Gözlerine bakarken kendi gözlerindeki acı gülümsemede az da olsa Selim için şefkat barındırdığını apaçık gösteriyordu. Bakışları ile anlatmak istediğini birkaç saniye anlattıktan sonra o mübarek ağzını açtı.


Sultan Teyze: 


- Sen şimdi o piçi kolundan tut, mahalle mezarlığına götür Selim. Kimsesizler kapısından girin yetimler sokağını başından sonuna gezin. Önce gök gözlü Gökçe’ye uğra. Gök gözlerini kan çanağına çeviren Aziz’in geldi de. Sonra Nurcan’a gidin. Nurunu söndüren geldi de. Sonra Ayten’e var, yetim kaldıktan sonra emanet edildiğin Sultan’ın oğlu geldi, ay tenini balçığa dönmüş gibi hissettiren Aziz geldi de. Ahu’ya uğramayı da unutma. Ne de olsa en gençleri oydu. Daha 9 yaşında gelmişti kapıma Selim. R'Leri söyleyemeyen tatlı peltek dili vardı. Sonradan sonraya Aziz yüzünden bir küfürbaza dönüşmüştü. Kötü söz nedir bilmeyen o gencecik kız hapishane ağası gibi konuşur olmuştu. Eğer bu kızcağızlarımdan teker teker “Hoş geldin” duyarsanız onlardan helallik alırsanız sonra al bana gel. Ölülerle konuşmak hüneri de vardır o delinin. Yoksa da Aziz için bir daha çalma kapımı.


Elini ancak sözü bitince Selim’in yüzünden çekti. Sultan teyzenin elini kaldırdığı yerde tokat yemiş gibi bir yanma hissediyordu Selim. Kapının hafifçe kapatılışını seyrederken bir adım geriye çıktı. Gövdesi asmalı eve dönükken başını kahveye doğru çevirdi. Sanki unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibiydi. Kahveye döndü, az önce oturuyor olduğu iskemleye kuruldu tekrar. Gözlerini karşı kaldırımdaki teneke çöplüğe dikti, ne kediler ne koşan bir kaç çocuk ne yürüyen mahalleliler göz bebeklerini kıpırdatmaya yetmiyordu. Çöplüğe bakarak konuştu.


Selim: 

- Yadigar dediğin burada yok kardeş. Sen çok yanlış yollarda yürümüşsün. Çok yanlış bir yere ulaşmışsın. Yanlış bir kapı çalmışsın. Yanlış bir kapıyı ardına kadar açmışsın. O kapının ardında hiçbir yadigar yok sana. Bu yollar dönülmez yollar mı bilmem ama sen şimdi bu yoldan dön. Gerisin geri uzaklaş buradan. Zaten bu kahvede bir hatır kahvesi satılır bir yorgunluk çayı. Sen de içmişsin yorgunluk çayını. Nasibin kalmamış burada. Uğurlar olsun Azizim.