ölümüm trajedik bir vakaydı.

en azından duyduğum kadarıyla; filmlerdeki gibi değildi, kitaplardaki gibi de değildi. kimse bayılmamış; kendinden geçip dizlerinin üstüne çökmemişti ve her şey sessizlik içinde; rüzgarın çarpıp yerinden kımıldattığı yaprakların çıtırtılarıyla tamamlanan dua ile bitivermişti.

fısıltı dahi yoktu. tek bir hıçkırık karışmamıştı havaya. 

dua bittiğinde, üstümde gezinen böcekleri hissederken bulmuştum kendimi; antenleri kıpır kıpır, bana bir mesaj vermeye çalışır gibi, gözlerini gözlerime dikmiş, göğsümden bana bakıyordu sanki. henüz çürümeye başlamamıştım bile; sanırım yolunun üzerinde bana rastlamıştı. 

rüzgar şiddetlenmiş, ayak sesleri duyulmaya başlanmıştı; gidiyorlardı. kim olduklarını dahi bilmiyordum. meraklanmadım desem, sanırım yalan olurdu. kim olduklarını asla öğrenemeyecek oluşum biraz kırgınlık yaratsa da, içimden teşekkür ettim; her birine tek tek.

derin karanlıkta, buğulu bir bakışla, her şeyi hatırlamaya çalıştım; sıfır. beynim koca bir delik gibiydi ve her düşünce kaydırağa bırakılmış taş parçaları gibi tek tek dökülüyor, düşüyor ve kayboluyordu. benliğim; koca bir evrenken, en küçük atom taneciğine indirgenmiş ve sonra üstüne tuğlalar bırakılmış gibiydi, kıpırdayamasın, kaçamasın diye. artık hiçe en yakın şeydim. bunu kuru, içi boş bedenimde -somut boşluğu hissediyordum- farkedebilecek kadar ayık haldeydim. büyük bir ihtimalle, organlarım bağışlanmıştı. 

toprak kokusu, dışarıdakinden farklıydı; burnumdan değil, tüm bedenimden giriyor, geçiyor ve doluyor da doluyordu; sanki topraktan patlayacaktım. ellerimi oynatmaya çalıştığımda, bunu yapamadığımı farkettim. korktuğum başıma gelmişti; anlık fikirlerle dolup sonraki saniye boşalıyordum; ne geçmişimi ve geleceğimi anımsayabiliyor ne de ellerimi ve kollarımı oynatabiliyordum. sonsuz gibi gelen şu farkındalık anları, eminim on saniyeyi geçmedi. "hiçliği hayal edebilirsin ancak bunu hayal etmeye devam edemezsin." bunu bir yerlerde duyduğuma eminim, nerede? okulda?

woolf'un bahsettiği varolma anlarımı düşünüyorum; en azından çocukluğumdan bir tane oyuncaklı bir hatıra; annemin gülerken görünen otuz iki dişi veya babamın alkol öfkelenmesinden bir kare? hiçbir şey. ben bir anne miydim? belki de kartel tarafından harcanan gencecik bir heriftim; kolay para diye gezinen, kızları manipüle eden bir esrarkeş olabilme şansım ne? hayattan tiksinen kara metal dinleyicisi? depresif bir kız çocuğu? belki de kimvurduya gitmişimdir? kaç saniye geçti? hangi mezarlıktayım? hangi ülkenin vatandaşı ve kimlerin komşusuydum? kaç kiloydum? saçlarım hangi renkti?

önemi yoktu; bunların hiçbiri bir anıyı uyandırmadığı gibi, öğrenemeyeceğim şeyleri sorgulamak, sanki kısıtlı oksijen tüpüyle uzayda özgürce koşmak gibi hissettiriyordu.

bedeninin kontrolü gittiğinde, diğer duyularının gelişmesi; körleştiğinde daha iyi duyman, sağırlaştığında titreşimleri daha iyi yakalayabilmen; pür dikkat yaşamaya alışman. bunları da deneyimliyor gibiydim. birkaç yaprak bulunduğum yerin yedi sekiz metre üstünde, taklalar atıyordu. biraz ötede bir kedi, uyumak için en rahat yeri seçmeye çalışıyordu ve ufak ufak hıçkırıklar, omuza koyulan el ve çekilen burun, hissiyat çemberimde ayrıca yerini alıyordu.

istemsiz süregelen bir dikkatle seslere kilitlenmiş bir şekilde, oradan buradan uçuşan fikirleri kafamdan kovmaya çalışıyor ve kendimi düşünmemeye çalışıyordum; halbuki olan biten her şey bendim. kendi bedenimde kapana kısıldığım gerçeğini hiçbir şey itemiyor, yerini dolduramıyor ve değiştiremiyordu.

ben bir ölüydüm.

çevremde olup biten her şey bunu gereksiz şekilde üst üste kanıtlıyordu.

yine de, ölü olmanın, bilinçli şekilde, uyanık halde "ölü gibi" yatmak olduğunu asla düşünmezdim. o halde bir cehenneme gerek yokmuş; her şey yalanmış; tam şimdi elimi dizime vurmak ve dudaklarımı bükmek isterdim.

neden bilinçliyim? böyle olmamalı. uçmalıyım, uçmalıyım ve havaya karışmalıyım; sonra yağmalıyım aşağıya; sevmediğim insanların kafalarına, asfalta ve su giderlerinden akıp yine doğaya, toprağa karışmalıyım. bir çiçek tohumuna hayat olduğum an ise bitmeliyim.

peki ya cennet, cehennem? hepsi mantar kemiren bir babalığın lafları mıydı? en azından olağanüstü derinlikte bir yerkabuğu yarığına düşseydik ve orada şu bahşedilen şaraplardan içebilseydik. bunu haketmiş olmalıyım; umuyorum ki, bir katil değildim.

şu yaklaşan sesler... birkaç adım. duraksadı. uzaklaşıyor. tekrar durdu. kaç saniye geçti? ses yine yaklaşıyor. gerçekten yaklaşıyor. üç adım ve burada. üç, iki... 

bedenim vasıfsız ama nefesimi tutmuş gibi duraksadım ve seneler gibi gelen bekleyişten sonra çok derinden gelen bir nefes verişi tüm dikkatimi rüzgardan, yapraklardan, çocuğu için ağlayan annenin git gide yavaşlayan kalp atışlarından ve kedilerin mırıltılarından tamamen çekip beni kendine kilitledi. sanki her şey susmuş, bu gizemli adımların ardında gizlenip bekliyor gibiydi.

"ben, gidemedim, duanın bitmesini bekliyordum ve.."


bu da kim?


"geri döndüm."


peki.


"beni duymadığını biliyorum; ölülerin bizi izlediği, duyduğu, yukarıdan gülümsediği hikayelerine inanmıyorum. 

ama eğer, böyle bir şey varsa; herhangi bir gerçeklikte, herhangi bir gökyüzünde veya herhangi bir dünyada, eğer beni görüyor olursan, gülümsemeyeceğini biliyorum."


hıçkırık sesi. bu kadar.


"cenazene birebir katılamadığım için özür dilerim, oradaydım, şu ileride, mabetin arkasında. herkesin gitmesini bekledim. biliyorum, burada olmam seni çıldırtıyor olabilir; haklısın da, yine de, bilirsin, içim rahat etmeyecekti. sana bir özür borçluyum."


çok sık durağı olan bir konuşmaydı bu. üç kısa nefes alıp veriyor ve diğer cümlesini yarılayabiliyordu ancak.


"evet... özür... özür... özür neyi değiştirir ki? yine de, cennet olduğuna inanmak istiyorum; orada, mutlu olabileceğine inanmak; belki sevdiklerine kavuşabilmeni, ne bileyim?"


ağlamaya başladı.


"itiraf etmek zorundayım. içimde tuttuğum süre boyunca, asla ama asla affedilemeyecek dahi olsam da, kendimi affetmeyecek olsam da, bunu bilmeye hakkın olduğuna inanıyorum; böylece yukarıdan beni gördüğünde, doyasıya sövebilir ve çöküşümü izleyip rahat nefes alabilirsin diye umuyorum. bunu gerçekten... umuyorum."

"sevgisiz bir ailede büyüdüm ve sevginin istemsiz fışkırdığı tuhaf anlarda evdeki herkes güçsüz ve alışagelmedik hissederdi. babam, eve her geldiğinde anneme şiddet uygulardı; kimi zaman geceleri bile... annemin çığlıkları arasında, bir mucize olsa ve odamın kilitli kapısı açılsa ve o herifi boğazlayabilsem diye iç geçirirdim gözyaşlarım kuruyana dek. yine de elimden hiçbir şey gelmezdi.

annem kansere yenildiğinde, evi terkettim. büyümüştüm, babam hapiste çürüyordu ve bir yerlere gelebilmiştim. yine de... bilirsin, ne kadar uğraşırsan uğraş, çoğu kabus gibi, bu anı kırıntıları da bırakmaz peşini kolay kolay. anı kırıntılarını kafandaki bir bodrumda, yeşil bir kilimin altına süpürsen bile, hisler senin kişiliğinde bir yer edinir. sana musallat olur. bu duygular beni yiyip bitiriyordu; kin, öfke, mutsuzluk ve hayatın üstüne saldığı, çırpınan ruhunu sıkıştırıp duran, seçemediğimiz ne varsa hepsini... hepsi, birer yük gibi... üstüne yapışan, git gide büyüyen parazit gibi; elinde panzehir ama felçlisin gibi. çok başarılı bir doktor olabilmiş, en hayati ameliyatları başarıyla tamamlayabilmiş ve ulusal olarak tanınmış bir insan olabilmeme rağmen, kendi çocukluğumu aşamadım. en olmadık anlarda kendimi kaybetmeme uğruna kendimi alkole vurdum.

bunları neden anlattığımı merak ediyorsun. seni rahatsız ediyorsam, kusura bakma, görüyorsun, şimdi de alkol geziyor damarlarımda, nereye gidilir, ne yapılır, bilmiyorum. sadece sana içimi dökmeliyim. affet beni.

alkolün varlığı beni ele geçirmişti; ellerim kontrolsüz bir şekilde, korkunç sıklıkla titriyordu. kariyerime elveda demeli veya tamamen iyileşmeliydim. seçim yapmalıydım.

her şeye rağmen iyileşmeyi hakettiğime inanıyordum. yine de, alkol... hep oradaydı... beni affet ama öyleydi, ve o beni normal birine çeviriyor gibi hissediyordum; flört edebiliyordum, sakinleşip aynaya bakabilme cesareti gösterebiliyordum. bağımlıydım, farkındaydım, yine de beni hayatın eksenine sokabilmişti. elimden tutmuş, bana karşılıksız iyi hissettirmişti.

son bir içki... ve sonra her şeyi düzeltiyorum, evet, bunu yapacağım; insanları kurtarmaya devam edecek ve geçmişin beni çürütüp yemesine izin vermeyecektim. bunu hakediyordum. iyi olmayı hakediyordum. her şeye rağmen..." 


ve her şeyi hatırladım. sanki içimden bir şeyler kopup kaçmaya çalışırmış gibiydi; içimi yırtmaya çalışan yoğun hisler vardı. bu, ruhumdu. işte, oluyordu, uçacak, uçacak ve havaya karışabilecektim.

gözlerimi kapadım ve sahneyi ona bıraktım.


"oradan nasıl fırladığını görmedim bile, yemin... yemin ederim ki görmedim... 

elinde bir ekmek vardı; yarısı kurumuş, bayatlamış, yeşil yeşil çürümeye başlamıştı. günlerdir aç kalan ailene, bulduğun, bulabildiğin bu yemeği götürüyordun. bunu kaçtıktan sonra, o mahalleye geri dönüp seni tarif ederek, ailene ulaşarak öğrendim. yemek bulmaya çıkmışsın; hasta annen ve iki diğer kardeşini doyurmak... doyurmak için. babanı kimse bilmiyordu. eminim... sen de bilmiyordun.

yedi yaşındaydın ve yaşamaya çalışıyordun, hayat tazeydi; zordu ama sen bunu göğüslenecektin. ben ise, yaşama her gece işkence ve ölümle başlamıştım, buna rağmen yaşamaya yeniden başlayacaktım. 

yaşamı göğüslenecektin; çünkü...

o yüz ifaden bana bunu göstermişti kısacık bir anlığına bile olsa. 

o ekmeği sımsıkı tutuşunu, gözlerini bastıran yanaklarına yayılmış gülümsemeni... ve sonra sokağın ortasına atlayışın, arabamı görüp de gülümseyişinin solup gidişi ve onun beynime kazınan görüntüsü... asla terketmeyecek beni..."


yere kapaklandı ve toprağımı avuçladı; yırtınırcasına ağlıyordu, öyle çok ağlıyordu ki, kriz geçireceğini sanmıştım.

bir sorun doğurdu başka bir travmayı, ve buradayız.

annem, kardeşlerim, umarım onlara sahip çıkarsın. kim olduğunu bilmiyorum ama bilmeme de gerek yok. sayende, özgür kaldım. çevreme bakıyorum ve istemeden korku kaplıyor içimi: kaç ruh sıkışıp kalıyor o topraktan deliğe, af dilenmediği, huzuru bulamadığı için? kaç yüzyıllardır dinliyor yaprakları ve ağlayan anneleri?


yükseliyordum, yükseliyordum ve rüzgarla sürükleniyordum. nefes alabiliyordum, ciğerlerimi hissedebiliyordum. annem ve kardeşlerim iyi, bunu hissedebiliyordum.


"tüm varım, yoğum ailene bırakıldı. evim, arabalarım, neyim var neyim yoksa. onlar iyi.

affet beni. ismini sormayı hep unuttum o mahalleye gittiğimde; annen ise asla sayıklamıyordu ismini, tek duyduğum,

'benim biriciğim'di."


ışık yoktu, tanrıyı görmüyordum, sadece uzaklaşıyordum buradan ve iyi hissediyordum artık.

polis sirenleri ve ambulans sesleri arasında gördüm onu son kez; telefon düştüğü an kırılmış ve parçaları mezarıma serpilmişti; diğer elinde tuttuğu silah ise ayaklarımı koyduğum yere düşmüştü.