Elif Şafak’ın ‘Ustam ve Ben ‘ adlı kitabını okuyunca Mimar Sinan’ın eserlerini görmek için adeta yanıp tutuşuyordum. Öyle incelikli betimliyor ki hayalimde canlandırdığım gibi mi görmeye gittim. İlk durak Kanuni Sultan Süleyman için yaptığı Süleymaniye Camii. 


Toplu taşımaya alışkın olmasam da oralara arabayla gidecek kadar delirmedim tabi. İndim Marmaray Sirkeci Gar’ında. Hemen önünden geçen Kabataş-Bağcılar tramvay hattına binip, Beyazıt-Kapalıçarşı durağında indim. Tramvayda İngiliz bir çift vardı. Onlar ve ben etrafa tedirginlikle bakıyorduk. İçerideki kalabalığın arasında tek yabancı onlar ve bendim. Kalabalığın ortasında bakakaldım. Sanki başka bir şehre indim . Epeydir buraya gelmemiştim… Gerçekten Türk yoktu. Turistler, Araplar, Afgan, Suriyeliler. En azından benim gördüklerim bunlar.


Meydanda kare şeklinde konumlandırılmış banklara oturup bir soluklanayım dedim. Buz gibi limonata ve türk kahvesi aldım. Bugün ben de turisttim. Bir amcayı gözüme kestirdim yanına oturdum. Sigara içsem rahatsız olur musunuz? diye sordum. ‘Ben 40 yıl içtim , iç iç ‘ diyerek sohbete başladık…

Al bir tane diye yoldan çıkarmaya çalıştım ama 15 dk sigara bırakmak hakkında beni iknaya çabaladı. Bir anda dedi ki,


-Ayakkabılarımın topuğuna basıyorum, ayağımda sıkıntı var o yüzden kusuruma bakma dedi.

 

Zaten oturuşundan belliydi beyfendiliği… Aslen Malatya’lıymış ,66 yılında geldiğinde buraları görsem, inanamazmışım. Keşke görseymişim. Emekli diş hekimiymiş, eşi ise Saint Benoit Lisesinde Fransızca edebiyat öğretmenliği yapmış. İçimi çeke çeke onu dinlerken duraklayarak dedi ki,


-Ben Ermeni’yim. 


Tamam dedim . Hahaha ne denir ki?

Ben Irkçı değilim meraklanmayın dedim.


Ne bileyim yıllarca çekindik söylerken dedi. 

Çok mutlu yaşıyorlarmış İstanbul’da eskiden .Özel muayenehanesi varmış. Hatırlı o kadar iş yapmış ki parasını alamamış çoğu zaman. Yine de yaşam daha kolaymış şimdiye göre. Hacca gidip gelmiş bir gün birisi. Borcunu hemen vermiş. Hayırdır demiş yıllar sonra neden ödedin? 

-Hac’da sordum ‘kafire borcunu ödememek daha da günah dediler ‘demiş. Kahkahayla anlatıyor bu anısını. O kişiyle aralarındaki dostluğu. Aralarındaki mezhep farklılığını ‘ti’ye almalarını…


Hrant Dink’le pinpon oynarlarmış. Anarken gözleri sevgiyle uzaklara baktı…


Bir çocuk yeterdi bu dünyaya o yüzden başka yapmadık. Kızım da büyüdü gitti Fransa’da yaşıyor. Oralar da rahat zannetme haa. Her yer sıkıntılı. Ama eskiden bir görmeliydin… dedi. Kiracılarımız vardı anneme bile ‘anne’ diye seslenirlerdi.  Hatır, sevgi akraba gibiydik . Annemin onlara verdiği karanfilleri hala anlatırlar…


Plakları çok severim bu merakımı bilen bir dostum 15 günlüğüne Plak dükkanına bakmamı rica etti. Agop amca gel lütfen sen benden daha layıkıyla yaparsın dedi 76 yaşındayım her gün Kadıköy’e gidiyorum dedi.


-Agop bey, baksana şuranın haline Türk yok dedim. Kapalı çarşının hemen önü ya, çifter çifter alıyorlar bavulları… taşıması kolay olsun. 


-Kızım sen 6-7 Eylül olaylarını biliyor musun ?dedi 


İkimizi de bir hüzün kapladı. Sustuk.


Yalan bir haber yüzünden komşu komşuya neler etti dedi. Dosttuk… uyumlu bir şekilde birlikte yaşıyorduk. Şimdi buranın bu hali… herkesin susması… 


Sustu. Daha fazla konuşamadı.


Sen nereden geldin peki? diyerek çevirdik sohbetin yönünü… Bir yandan Sinan bekler, kalkıp gidemiyorum. İki tarihin ortasında kaldım resmen. Agop amca da öyle bir anlatıyor ki Elif Şafak mübarek. Biri kanlı canlı karşımda, diğeri taştan duvardan kaç yüzyıllık… Daha neler konuştuk neler… El sıkışıp vedalaştık. Bana öyle güzel dileklerle veda etti ki… 


Agop ‘ un da dediği gibi, iyi bir insan olacaksın, faydalı olacaksın. İster  çöpçü ol ister memur hiç hiç önemli değil. İyi insan olacaksın! Kötü oldum mu… mevkinin bile hiç önemi yok…


Bir kaç dükkana yolu sordum, üç tane yabancıdan sonra bir Rizeli buldum. Hahahaa sağolsun tarif etti. Kapalıçarşının önünde bir sokak var. Adını ‘çakma sokağı’ taktım. Gözlerim kanadı resmen. Meğer bizim Araplar Balenciagaları, Gucci leri buradan alıyormuş. Ürün taklitleri birebir ve iyi olmasına karşın, yanımdan geçen el arabası taşıyan amcanın üzerindeki Prada tişörtü ve etrafın karmaşasından mı bilmem, ürünler çok sefil göründü gözüme… Bir yanda yükselen hakikat dolu, el işçiliği, göz nuru eserler. Yani başında sahtelikle , taklitle satılan tasarımlar. 


Pof zaten hiçbirinin tasarımını beğenmem , marka gözüne gözüne giriyor hepsinde. Onlar bavullarını doldururken , hoooop kaydım soldan yukarıya. 


Birbirinden farklı 4 minaresinin olması Süleymaniye’nin, fetihten sonra Süleyman’nın 4. Padişah olması anlamını taşır. Minare balkonu anlamına gelen 10şerefe ise Osmanlının 10. padişahı olmasını simgelermiş.


Sağ kanadından süzüldüm içeri…

O devasa alanda miss gibi ağaçlar karşıladı beni.

Kuşların sesi cıvıl cıvıl.

Az önceki çıktığım hengameden eser yok. Güneşten terlemiş bedenim serinledi…

Biraz yürüyüp giriş kapısına geldim. Direk önden heybetiyle göreyim diye…


6 bin metrekarelik alana kurulan cami bahçesi,

dört fil ayağı üzerine oturan caminin kubbesi 53 m yüksekliğinde ve 27,5 m çapında imiş. Bu ana kubbe, Ayasofya'da da görüldüğü gibi, iki yarım kubbe ile desteklenmiş. Kubbe kasnağında 32 pencere var ve  içeriye extra aydınlık katıyorlar. 


Koca Sinan ile Sultan Süleyman’nın birleşimi.

Ben buradaydım diye uğulduyor sanki.

Aklıma Süleyman’nın yaşlanıp, hastalanınca daha sade giyinmesi geldi…Badeyi bırakması… Seferde vefat edişiyle 2 gün bekletilmesi gerektiğinden çıkarılan iç organları veyahut kalbi… geri yerine kondu mu ki?  Kalpsiz midir hala bedeni? Kalbi nerededir? 


Karşımda duran , göğe yükselen bu kubbenin görkemi başımı döndürdü. Ayasofya’dan ilham alınan bu camii günümüzde cami olarak değil de tarihi eser olarak daha fazla ilgi görmekte… Kaldı ki karşımda namaz kılandan çok fotoğraf çeken var. 


Soluk soluğa sıcaklamış ve terlemiş halde girdim içeri ve oturdum temiz halıya. İçeriye çeşitli yerlere yerleştirdiği boş küplerle sağladığı akustiği ve Koca Sinan’ı düşünerek başladım incelemeye. Atmosfer öyle rahatlatıcı geldiki terimin soğuduğunu bile hissetmeden tam kıvamında ferahladım ve çok rahatladım. 


Dışarı da abdest çeşmeleri bile güzel. Al üç yudum devam et…

Sol kanattan çıkınca hele hele!

Muhteşem bir manzara… kuşların havada süzülüşü bile farklı geliyor insana. Kalabalık ama çıt yok sanki. Süleymaniye’nin önünde ki küçük küçük kubbe topluluğunun arkasından uzanan koca deniz… 

Etraf desen çayır çimen.

 Yanı başından girince heybetli Süleyman’nın mezarı. Diğerlerinden büyük yapmışlar. Ölünün mevkisi mi olur derdi belki rahmetli yaşasaydı?


Kanuni kızı Mihrimah ile yatıyor türbesinde.

Yanlarında dört sanduka ile birlikte.


Hürrem Sultan da aynı camii içinde hemen yan taraftaki türbede yatıyor.Koca Sinan ise arkada… 


Daha da görkemlisi,  daha süslüsü, daha büyüğü olsun demiş oğlu Selim kendi camiini yaptırırken. 

Şair ruhlu Sultanın zevk ve sefa düşkünü olduğunu da bilmeyen yok. Edirneye gidersem onu da yazarım bir gün .İstanbul’u hiç benimseyemediğinden midir ?  Yapının Edirne’de olması… 


Her Sultan kendinden öncekini geçmek istemiş bırakacağı eserde… Eyy insanoğlu, yattığın yer huzurlu mudur şimdi?