Güneş gözlerini acıtırcasına doldu pencereden içeri. Ayılmaya çalışırken gözlerini kırpıştırarak odanın içerisinde gezdirdi. Yalnız kaldığından beri çok şey değişmişti, hem evinde hem hayatında. Değişmeyen tek şey masanın üzerindeki takvimdi. Eli varmamıştı o günden sonra yaprakları çevirmeye. Takvim 12 Haziran'ı gösteriyordu; ama çağrıştırdığı sıcak yaz güneşi değil; buz gibi bir yalnızlık, yoksunluk, hiçlik, sanki hiç var olmamışlık, hiç sevilmemişlikti.


Ayaklarını yavaşça sarkıttı yataktan. Bu yorgun evin yorgun ve soğuk zemininde yorgun ayaklarıyla yürümeye başladı. Pencereden dışarı baktı. Dışarıdaki sakinliği izlerken sevdiği kadını anlayamamış olmanın vermiş olduğu acıyla gerildi dudakları. 


Odanın köşesinde duran masanın başına geçip çekmeceyi açtı. Mektup her zamanki yerinde duruyordu. Yaşadıklarının, aklının bir oyunu olmadığını kanıtlayan bu mektubu kaç kez okuduğunu bilmiyordu. Derin bir nefes alarak ilk kez okuyormuşçasına tüketmeye başladı kelimeleri, cümleleri...


“Bir mektuba nasıl başlanır iyi bilirim. Fakat senin ve sevginin biricikliği gibi olmalı vedamızda. 

Bu hayatta en çok seni sevdikten sonra kurtuldum duyguların bencilliğinden. Ama en katlanamayacağım şeyi şimdi ben sana yapıyorum. Senden böyle bir mektup almış olsaydım, veda kelimesini görür görmez ellerim titremeye başlayacaktı, ağzım kuruyacak, karnım ağrımaya başlayacak ve mektubun sonuna gelirken feryat figan ağlayacaktım. Gel gör ki zaten şu hayatta yine en çok ben kendimi anlamadım. Kendimle savaşım hiçbir zaman bitmedi. Kendimi sevmeyi başaramadım. Kendimi anlayamıyorken derin bir duyarlılıkla beni anlamanı beklemeyeceğim.


Şimdi bir sürü ayrılık klişesi yapıştıracaklar üzerimize. Onlarca kötü örnekle yaftayı reva görecekler ama olsun. Ne olur aldırma. Aslını bilmediler, bilmeyecekler.


Geceyi dinlemeye ve izlemeye devam et lütfen. Aynı anda göğe bakıyor olmanın umudu ile hayatta kalmaya devam edeceğim, yıldızları göremezsen karartma içini. Ben çoktan yıldızları kirpiklerine astım senli uykularda. 


Farz et ki bunlar bir masal imiş:

Uzak bir şehirde, kasaba ya da köyde sokak lambaları yanmaya başladığında içime çöreklenen hüzünden haberi olmamış kimsenin. Kalbimin döktüğü irili ufaklı taşlarla o lambaları söndürmek isterken...


Yine belki bir köy düğününde; cırcır böceklerinin sesini ancak bastırırken davullar ve zurnalar, davulun sesinin güzel geldiği bir mesafede, başım ellerimin arasında bilmem hangi pişmanlığıma ağladığımı da kimse bilmemiş.”


Mektubu katlayıp çekmeceye geri koydu. Kalan hayatında yaralarına kabuk bağlatmayan bu mektubu kaç kez daha okur bilmiyordu. Her zamanki gibi bu odayı olduğu gibi bırakıp gitmek istedi. Pencerenin karşısında duran; içinden kıyafetler sarkan ahşap dolap, duvardaki yağlı boya resimler, köşedeki üzeri dağınık masa, çekmecedeki mektup... Gidebilse gidecek, burayı bir müzeye çevirecek ve gelen ziyaretçilere şöyle diyecekti:


“Burası bir terk ediliş müzesiymiş. Bir varmış, bir yokmuş... Bir sevmiş, bir gitmiş... Ama masallar mutlu bitermiş. O yüzden bu masal değil, dünyanın en hüzünlü hikayesiymiş.”