Kaleleri üstümüze yıktılar tonlarca nefs-i müdafaa altında kaldık. Neler söylememi istersiniz efendim? Nasıl da zor oldu yeni bir şey söylemek. Uzun uğraşların sonucunu bekleyenlerin dillerinde imar planları yapıldı ve bütün tüyler birer birer söküldü ancak sonuç alınamadı. O an gündüzleri de sokak lambalarını yakmanın gerekliliği savunuldu. İnsanlık karanlığa her battığında yapay ışıklara sığınıp başına yeni icatlar çıkarıyordu. Sorumlusu mühendisler denilip işe yarayan her adam bir bir azaltıldı. Güzel anlamlar taşıyan duvar yazılarının bulunduğu duvarları da üstümüze yıktılar. Tonlarca toz toprak altında kaldık. Duvarlar yıkıldıkça insanlar batıyordu, insanlar battıkça insanlık batıyordu. İdeolojilerini idleriymiş gibi saldırganca kullanmaya niyetli insanlar tehlikelidir. Onlar çocukların resim defterlerine kırmızı ve siyah boya kalemleriyle resmettikleri kötü adamlardır. Buna karşı ben de tebeşirle bulutlar çizeceğim. En azından onlardan zarar gelmez biliyorum.
Metinlerin alt metinleri üst metinlerin altında kaldıkça onların anlamlarını bulmak bir o kadar zor olacaktır. Bu yüzden egolar legoların yıkıldığı gibi yıkılmalıdır.
Yarıştıktan sonra onu yarıştırana kazandırdığında hangi ata şeker verilmemiş? Bu büyük haksızlık. Açın muslukları. Havuza para dolarken hesaplansın iflahın kaç saniye sonra boşalacağı. Ekonomi kemerleri sıkılsın. Bazılarının canı sıkılsın, bazıları sıkılmaktan ölsün. O kadar sıkılsın ki devran dönmesin. Sıkı sıkıya bağlanılsın buna. Hep sabah olsun ağustoslar bitmesin. Sanatçılar şaman zannedilip şampanya eşliğinde tehcir edilmesin.
Zamanı tersten işleyenler zamanın getirdiği değişimi de alaşağı edip kendi yeni düzenlerini kuruyorlar. Fabrika bacaları prefabrik evlerin üstlerini kurumla kaplıyor. Artık çarkları çevirenler asla ulaşamayacağı yemeğine deli gibi koşan fareler değil. O fareleri bir kafese koyup açlığa terk ettiler ta ki tersine işlettikleri zaman çarkları 1984’ü gösterirken baş roldeki birini kendi çarkları gibi alaşağı etme fırsatı gelene kadar.
Utanmaz istiridyeler incilerini sergilediler kendilerinden bir parçası olduğunu unutarak. Bu şekilde dünyanın en güzeli olduklarını iddia ettiler. Reklam filmlerinde rol alıp dünya markası olduğunu düşündüler. Kimse sormamıştı: “Dünya markası olurken dünyanın bundan haberi oluyor muydu gerçekten?”
Tüm bunlara karşı arabaların sayfalarını çeviriyorum. Adını bilmediğim bir model çıkıyor karşıma. Fazla düşünmeden biniyorum ona. İşte modern dünya!
Aldım elime meşalemi. Bana galeyana getirebileceğim bir gençlik verin. Ellerime baktığımda benimkini nereye koyduğumu hatırlayamıyorum. Anneme sorsam nereye bıraktıysan oradadır cevabını alırım muhtemelen. Çocukken elimdeki komando oyuncağımı nereye koyduğumu düşünüyordum, aradan zaman geçince komando yerini kumandaya bıraktı. Kalantör fabrika sahiplerinin para hırsı gibi arayışım bir türlü bitmedi. Kimse bana sudaki yansımama bakıp bulabileceğimi de söylemedi. Narcissus gibi uzun süre kendimden uzak kaldım. Kendisine uzak kalan insan çocukluğunu unutmaya başlayabilir. En kötüsü de bu çünkü içimizdeki çocuğu kaybettiğimiz an büyümek denilen o hastalığa tutulmuşuz demektir.
Büyükler hantal, büyükler kalantör, büyükler fabrika bacası tipleriyle fabrika bacası gibi şapka takıp fabrika bacası gibi sigara dumanı tüttürerek arabalara binmeye meraklı oyuncak düşkünleri. Parlak ve pahalı olan her şey dikkatlerini çeker, sahip olunca keşke ağlasaydı da bunları demeseydi denilecek küfürler barındırırlar. Onlar hep sınırları zorladılar. Sınırlar duvarlarla belirliydi. Güzel anlamlar taşıyan duvar yazılarının bulunduğu o duvarları üstümüze yıktılar. Son yıkılan duvardaki yazıda şunlar yazılıydı:
"Arsız oyunculuklar oynarsan sonunda kırmızı elmayı yiyen sen olabilirsin."