Zamanın birinde padişah, tebdil-i kıyafet şehre inmeye karar vermiş. En pejmürde elbiseyi giyip pazarda halkın arasına karışmış. Esnafın insanlarla diyaloğunu takip ediyor, hile yapılıp yapılmadığını anlamaya, gördüğü sıkıntıları aklında tutmaya çalışıyormuş. Birden karşısına derviş kılıklı ihtiyarca bir adam çıkmış. Adam padişahı görünce, "Garip, ne dolaşırsın leyla gibi? Gel seni benim dergaha götüreyim, yiyecek-kıyafet vereyim.” demiş. Padişah önce tereddüt etmiş, niyetlendiği başka işler olduğunu düşünmüş ama merakına yenik düşerek dervişin teklifini kabul etmiş. Derviş önde, padişah arkada saatlerce yürümüşler. Olay bu ya, hayatında hiç sıradan bir insan olarak dergah görmemiş olan padişah, ne ile karşılaşacağını bilmemenin verdiği merakla geri de dönemiyormuş. Nihayet hava kararmak üzereyken dergaha varmışlar. Dergahta posta derviş oturmuş. Padişah anlamış ki bu adam sıradan bir derviş değil, dergâhın şeyhidir. Şeyh padişaha buyur etmiş, yemek yemişler. Sofra kaldırılmış, baş başa kalmışlar. Padişah artık gitme vaktinin geldiğini düşünmüş fakat şeyhi test etmek için bir soru sormak istemiş: "Şeyh efendi," demiş, "benim şimdiki muradımı bilir misin?" Şeyh gülümseyerek padişahın yüzüne bakmış. “Bu darhane benim sarayımdır, burada soruları ilk ben sorarım.” demiş ve içeriye müritlerinden birini çağırmış. Padişahın gözlerine gözlerini dikip "Ben mi şeyhim yoksa sen mi tebdilsin, onu da şuradaki divane bilsin." diyerek müridi işaret etmiş. Mürit o anda takkesini çıkararak padişahın yüzüne fırlatmış. Padişah ne olduğunu anlamaya çalışırken şeyh önünde saygıyla eğilerek "Arzu ettiğiniz gibi sizin için dışarıda bir at hazırlattım." demiş.
Padişah ertesi gün ilk iş olarak olayın yaşandığı dergahı yıktırmış, şeyhi de dergâhın yıkıntısının önünde astırmış.
O padişah, dünyanın en güçlü devletini kurmuş.