Dorian Gray’in Portresi’nde: “Duyarak çizilmiş her portre ressamın bir portresidir, modelin değil. Modelin orada bulunması yalnızca resme yol açan rastlantı, bahanedir. Ressamın gözler önüne serdiği kişi o değildir; tersine, renkli tuvalin üzerinde açıklanan ressamın kendi kişiliğidir.” Diyor Oscar Wilde. Bu yüzden kimse bilmiyor portrenin diğer tarafını: parçalanmışlığı, verdiğin onca savaşı... “Evet, evet kimse bilmiyor; o bağdan kop, o yükten kurtul, iç sesini...” Wilde’nin düşüncesinden hareket ettiğimizde aslında sevgideki asıl nüansı kaçırmış oluyoruz. Sevginin kendisinden ziyade sevdiğimiz ya da sevdiğimizi zannettiğimiz kişi daha çok öne çıkıyor. Modern insan sonuca, skora odaklandığı; yolu yürümenin yüceliğini yitirdiği için her şeyi bir kalıba döküyor. Kalıpta yaşıyor. Elindeki kalıp bozulduğunda da dağılıyor. Ne bir duygunun ne bir düşüncenin aslına, kökenine dokunmuyoruz aslında. Hep denenmiş, hep kabullenilmiş evrensel gerçeklerin cenderesinde kendimizi kaybediyoruz. Her şeyi tanımlama ve herkese bu tanımlar doğrultusunda bir elbise giydirme hevesindeyiz. Bir şeye, isim verme, anlamlandırma yapmadan garanti görmüyoruz hiçbir bağı. En bireysel, en tekil, en mahrem, en derinde olan sevgi, sevmek bile evrensel tanımların altında eziliyor. Mekanik bir süreç haline geliyor sevgi. Gelişen, geliştiren, öğreten, ufuk açan, değer katan sevgi yerine, prangalaştıran, kötürümleştiren, alan açmayan, kısıtlayan, insanı boğan bir sürece dönüşüyor. Evet, sevmek… Özellikle bizim gibi toplumlarda en çok da ince, hassas bir ruha sahip, gönül insanlarını hırpalıyor. Sevmiyor, sevemiyor çoğu insan. Sevmiyor, savaşıyor kendiyle ve karşısındakiyle. Ve soruyor sevmeyi öğrenen: Bunları hak edecek ne yaptım? Kilit soru bu. O kadar çok düşündüm ki bunu, o kadar zaman kendime sordum ki. “Bütün bunları hak edecek ne yaptım?”

Sevmiş olmak dünyanın en özel duygusu, sevmek bunları hak eder mi? İnsan sevdiği için türlü şiddet, işkence ve zulme uğrar mı? Sevilen zalimse ve sevgideki o mantığı bilmiyorsa; merkeze kendini koyuyorsa zulme uğrar seven. Uğrar elbette, burası dünya. Burada her şey oluyor, hiçbir şeye şaşırmayacak bir hâle geldik. Burada iyi olmak yetmiyor. Dünya denen bu yer kürede kıskançlığın zirvelerinde dolaşan, kin ve nefretin mütekebbirleştirdiği Kabil, kardeşi mazlum Habil’i öldürdü. Kin sevgiye galebe çaldı. Burası büyük kavgaların arenası, burası kurtlar sofrası. Burada insan, insanın ne yazık ki yurdu değil, kurdu. Yaşamakta olduğumuz modern zamanlarda erdemler laf kalabalıklarına hapsedilmiş bir kavramdan ötesi değil. 


Hepimiz güzelliklerden ve erdemden bahseder; dostluktan, vefadan, vicdandan, adil olmaktan, dem vururuz. Kaçımız bunların içten içe sancısını çekiyor? Kaçımız ahde vefası var? Sahi neydi vefa? Zarifoğlu’nun günlük türündeki Yaşamak kitabında: “Diyorum ki her şeye rağmen insan mühimdir...” söylemine kulak versek. Biz bunların hatipliğini çok güzel yapıyoruz, ustaca hazırladığımız konuşma metinlerimiz var, kürsülerde konuşuyoruz, yazılı metinlerde orada, burada kalemşorlük yapıyoruz. Yaşantımızda ise söylenilenlerin hiçbirinin tatbiki yok. Oysa söylediklerimiz, yazdıklarımız önce kendi hayatımızda ete kemiğe bürünmeli. Kendimizi aydınlatmayan mum, başkalarını nasıl aydınlatsın?  

Burada, insan kötü niyetlerin tahakkümüyle yaşama bulaşıyor. Ketum olmaya, gizemli olmak diyorlar. Asık suratlılığa ciddiyet diyorlar. Her şeyi gizleyeceksin; net olmayacaksın. Şeffaflığa yer yok burada. Bir arkadaşım “Berraksın su gibi, ama seni anlayacak nehir yok” demişti. Çağımızı özetliyor bu tespit. Yine de ümitvar olmaktan geri durmamalıyız. İnsanız, ümitliyiz… Özlemini çektiğimiz berrak nehirlere kavuşacağımız günleri de elbet görürüz. En başta söylediğimiz gibi aslolan yolu yürümek. Nihayetinde burası atıp tutmaların, klavye kahramanların, kürsülerin, dünyası. Boş konuşmanın nirvanasını yaşadığımız bir çağdayız. Bütün bunları üst üste koyduğumuzda nitelikli, kaliteli, öğreten ve muhabbetle, içten gelen, hasbi konuşmaların ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha anlıyoruz. 

Kalite değerini yitirmiyor hiçbir zaman. Ama burada kabul; tahammül yok. Söz var, icraat yok. Herkes, her şeye, herkese, çabuk ulaşmak istiyor. Hız ve haz çağı, her şey çabuk tükeniyor. Sıradanlaşıyor. Emek vermek, tanımak için mesai harcamak, vakit ayırmak, tahammül etmek, sabırlı olmak, sıkıntıya gelmek yok. Bütün bunlar eskide kaldı artık ne yazık ki... Menfaatine uyuyorsa sevecek, gelip, gideceksin, menfaatin çatıştığı ân silip, atıp koparıp arkana bakmadan gideceksin. İnsanlık, vefa, dostluk, merhamet bunların esamisi bile okunmaz demiştik. Burası her ân tetikte olunması gereken bir dünyaya evrildi. Sen de mi Brütüs? Dediğimiz bir dünyada; bu kadar çirkinliğe, rezilliğe, kötülüğe inat güzel olacaksın. Günümüz Modern dünyası dediğimiz dünyada: her şeyin içi o kadar boşaltıldı ki. Tek gecelik ilişkiler, derinlikten yoksun kavramlar, bağ kurulamadığı için sığ iletişim, yüzeysel insan ilişkileri. Yüz yüze bakmayan, selam vermeyen, elinden telefon düşmeyen, bu yüzden çevresindeki güzellikleri bakmadığı için kaçıran, insanlık üzerine teoriler yazılmalı. Cümle kurmayı geçtim hep aynı kelimeler tedavülde. Yüzleşmek istemediğimiz geçmiş hayalet gibi peşimizde geleceğimize gölge düşürüyor. Geçmişte yaşadığımız her şeyi kabullendiğimiz zamana kadar bu korkular bizlere eşlik edecek zannediyorum ki. Her yeni bir önceki duygunun izlerini taşıyor. Bu yüzden insanın kendine verdiği, vereceği zararı, başkası ona veremiyor. Geçmiş öldü, şu ân var. Hissettiğimiz her şey şu ân yaşıyor. 

“Julio Cortazar” Andres Fava’nın Güncesi’nde: “Bu dünyadan yalnızca bir kez geçeceğim. Ağzımdan çıkabilecek iyi bir söz varsa, o sözü ‘şimdi’ söyleyeyim, gerçekleştirebileceğim iyi bir eylem varsa o eylemi ‘şimdi’ yapayım, çünkü buradan bir daha geçmeyeceğim.” Derken şimdinin, şu ânın kıymetini ifade ediyordu. Zaten kadim kültürümüzde insana “İbn’ül Vakt-Vaktin Oğlu” denirdi. Geçmiş yaşantıları kanatıp durmaya gerek yok. Bazen nasıl hissettiğimizi bilemeyebiliriz. Berbat hissedebiliriz. Ya da hiçbir şey hissetmiyor olabilir, hissizleşebiliriz; tüm bunların sonunda yaşadıklarımızı aşabilirsek ve yaşadıklarımızın ötesinde, yeni bir dünya inşa edebilirsek mutlu olabiliriz diye düşünüyorum. Çünkü kendim de dâhil; kimi görsem, kime baksam, herkes incinmiş, yarım ve yaralı. Ve tüm bu; korku, kaygı, travma, incinmiş ruh, geçmiş yaşantıların kötü tecrübelerini, bugün varlığımızdan bir şekilde ayıramıyoruz. Kötü tecrübeler, ders ve deneyimdir. Bir daha bu şekilde yapılmayacağını, başka bir yoldan gideceğimizi gösterir. Tecrübeler bilgedir de ama bunları içselleştirip bu korkularla yaşadığımızda dünyada yaşanacak kocaman bir karanlığa hapsoluyoruz ve oradan bize sirayet edecek bir mutluluk görünmüyor. 

Alper Gencer “Ah! Ölmek gibi Sevmek’de: “Susup, sadece birbirimize baksak? Ve bu sıra gözlerimiz dahi konuşmasa… sanki o vakit, gerçek bir suskunluk koyabiliriz aramıza. Başımıza ne geldiyse, hep konuştuklarımızdan! Tabi bir de anladıklarımız var. Oysa ne varsa, konuşamadıklarımızda! Ne varsa, işte o anlamadıklarımız var ya, hepsi onlar! Oraya gitmenin bir yolunu bulmalıyız. Konuşmadan ve anlamadan, insan neyin farkında olabilir ki?” diyor. 

Gönül rahatlığıyla sorduğum sorunun cevabını veriyorum kendime: “Çünkü sen; “bunları hak edecek hiçbir şey yapmadın.” Her zaman sadece kendi ellerinden tuttun. Kendini sevdin, bu yüzden insanları sevdin. Sadece sevdin. Sevmek suç olur mu hiç. Olur mu olur. Burası Dünya. Doğru insanları sevememiş olsak bile; sevmek iyi ki. Her ne kadar ruhumuzda onulmaz yaralar açıyor olsa bile; sevmek varlığımıza anlam katıp büyütür, ruhumuzun inceliklerini keşfetmemize olanak sağlar. İnsan sevince kendini tanır. 

Sevince değişir, dönüşür, çünkü sevince daha iyi bir insan olur. Nice karanlık ruhlar sevince aydınlanır. Diliyorum sevmek kuşlar gibi özgürleştirsin ruhlarımızı. 

 

İnsani sevgi ile kalın...