Muavin yirmi beş dakikalığına mola vereceğimiz dinlenme tesisine girmek üzere olduğumuzu bildirdi. “Yarım saat” demedi. Uzun zamandır hep aynı süre veriliyordu. Yolcuların işlerini tamamlayıp otobüsteki yerlerine geçmeleri genelde beş dakikayı buluyordu. Yirmi beş artı beş, eşittir otuz dakika. Hesap tamdı. Baştan yarım saat dese toplamda otuz beş dakika kalınmış olurdu. Otobüslerin otogarlara girmek zorunda oldukları saatler vardı ve beş dakikanın önemi çoktu bu bağlamda.


Koridora çıktım, üstten montumu alıp giydim. İniş sırasına eklemlenip yavaş yavaş ilerledim. Bazı yolcular koltuklarında oturmaya devam ediyordu. Koridor boşalınca rahat rahat inmeyi tercih edenler vardı. Bazıları da inmezdi, öyle camdan dışarıyı izlerlerdi mola boyunca. Niye inmediklerini hiç anlamazdım. Bir şey yiyip içmese bile insan birkaç adım atıp uyuşan bacaklarını açmaya, temiz hava almaya ihtiyaç duyardı. İnmeyenlerin bunlara da ihtiyacı yoktu sanırım. 


İner inmez lastik kokusu doldu burnuma. Büyük üçgenlerin dizilimiyle oluşan çatısıyla, alçıdan yapılma kalın merdiven korkuluklarıyla, yaz kış ıslak olan dış zeminiyle, keskin benzin kokusuyla ortalama bir dinlenme tesisiydi. Arkasına boru geçirilebilen fırçalarla otobüs camları temizlenmeye başlanmıştı. Yerlerde yılan gibi kıvrılan hortumlara basmamaya dikkat ederek ilerledim, merdivenleri çıkıp içeriye girdim.


Her zamanki gibi önce tuvalete gittim. Ortam ne temiz ne de kirli olurdu. Orta, ortalama. İdare eder. Bu tesislerde her şey orta ayardı zaten. Bir adım iyileştirilse “iyi” diyemezdiniz ama bir adım kötüleşse rahatlıkla “berbat” diyebilirdiniz. 


Yemek bölümüne geçtim. Açıkta durup panolara baktım. Yemeklerin sergilenip sunulduğu yerin yakınında durunca insana düşünme fırsatı vermeden buyur edilmekten hoşlanmazdım. Karar aşamasındayken niye sıkıştırıyorlardı ki insanı? Bir yere mi yetişecektik sanki? Doğru ya, otobüse!..


Yemeklerin fotoğraflarıyla gerçekteki halleri asla birbirini tutmazdı zaten. Hangisini seçerseniz seçin aynı yavanlık. Aslında seçimin bir önemi yoktu. Yine de alışkanlık işte. Sevmediğimdense sevdiğim yavanı seçeyim hiç değilse.


İnsanlar sıraya girmişti çoktan. Ben hâlâ panolara bakıyordum. Kantin işi tost ve ıvır zıvır grubuna laf olsun diye baktım. Pek tercih etmezdim. Ana yemeklerden ise pilav değişmezimdi, yanına gelecek olan değişirdi sadece. 


Daha fazla vakit harcamamak için görerek seçmeye karar verdim. Benim gibi açıkta durup panolara bakan birinin arkasından geçip sıraya girdim. Tepsiye çatal, kaşık, bıçak koydum. Bıçağa gerek olmayacağını düşünüp haznesine geri koydum. Tepsiyi ince boru biçimindeki uzun demirler üzerinde kaydırarak ilerledim. Aşçı, büyük bir kaşıkla yemekleri tek tek göstererek saymaya başladı. Sanki yemekleri yeni öğrenen, dünyadan habersiz insanlardık. Karnıyarığı gösterip “karnıyarık” demek de neyin nesiydi? Panodaki fotoğraflarda gösterilenlere pek benzemediği için tanıyamayacağımızı düşünüyor olmalıydılar.


“Yemeklerimiz günlüktür.” dedi aşçı. Tesislerde hep dünden kalan yemeklerin ısıtılıp ısıtılıp servis edildiğine yönelik söylentiyi boşa çıkarmak istiyordu anlaşılan. Tabii ki önce pilav istedim, yanına da köfteli bezelye. “Pilavın üstüne kuru atayım mı?” dedi aşçı. “Çok az…” dedim. İlerledim. Yoğurt mu, salata mı? İşte bu aşamada kararsız kalırdım. Ayranmış gibi bardakta satılan yoğurt pek çekici görünmedi. Salata ve su aldım. Favorim sütlaç da yerini aldı tepside.


Ben kasanın önüne gelir gelmez borcumu söyledi kasiyer. Biz seçe seçe gelirken hesaplamış oluyordu sanırım. “Nakit mi, kart mı?” dedi. Bunu sormak da yeni moda olmuştu. Cüzdanımdan ne çıkarırsam ona göre işlem yapmayacak mıydı sonuçta? Niye soruyordu? Ne uzatırsam o! Niçin böyle yaptıklarını sormak geçti aklımdan ama vakit kaybetmemek için sustum. Nakit ödeyip ayrıldım.


Her zaman cam kenarında bir yer seçerdim. Yine öyle yaptım. Yoldan gelen geçen araçları, yolun arkasında hafif bir eğimle yükselen çam ağaçlı tepeyi izleyerek yemeğimi yedim. Bu tesis de şaşırtmamıştı beni. Yemeklerin pek tadı tuzu yoktu. 


Belki de bize öyle geliyordu. İçinde bulunduğumuz ruh hali tüm algılamalarımızı belirliyordu. Bu tesisler evden çıkıp uğrayacağımız yerler değildi ki. Müdavimi olduğumuz mekanlardan da değildi. Bir daha denk gelip gelmeyeceğimiz bile belli değildi. Evimizden, mahallemizden, alışkanlıklarımızdan uzaktaydı. Yolda giderken kendi irademiz dışında şoförün bizi zorunlu olarak indirdiği bir yerdi. Özgür seçimimiz olmadığı için ön yargılıydık sanırım. Belki de başlangıç-varış rotasının arasında bir yerlerde kalmış olmasıydı tek sorun, sahiplenememekti. Ortada bir yerde orta ayarda tatlar… 


Çay almak için ocağın başına gittim. Demli dememe rağmen normal koyulukta bir çay verdi garson. Demli ayarı da ortalamaydı buranın. “Zift gibi olsun.” demeden kimse ne istediğimizi anlamayacaktı. 


Demini arttırdığım çayımı alıp masaların arasından geçerek dış kapıya doğru ilerledim. Masasında boş tabaklar bulunan birisi kendi kendisine konuşur gibiydi. Kablosuz kulaklıkla telefonda konuşuyor olmalıydı. Bu cihazlar çıktığından beri de kaç kez birilerinin kendi kendisine konuştuğunu sanmıştım. Bir keresinde de yolda yürürken bana bir şey söylendiğini sanıp “Efendim…” demiştim yanımdan geçene. O ise istifini bozmadan yürümeyi sürdürmüştü.


Biraz ilerledikten sonra başımı çevirip arkaya doğru bir bakış attım. Kulaklığı olup olmadığını göremedim. Adam bu kez dinliyor gibiydi. Bakışları çaprazındaydı. Sonra konuşmaya devam etti yine. Onu tanımıştım. Panodaki yemeklere bakarken yakınımda duran adamdı. 


Dışarı çıktım. Üşütmeyen bir rüzgar vardı. Boş bir masaya oturup çayımı içmeye başladım. Ağaçlı tepeyi izlerken düşüncelere daldım.


Yollardaydım nicedir. Üzerine bastığım zeminin derinlerine sızıp başkaları gibi kök salamayacağımı, dahası salmak istemediğimi anladığım anda yolun çağrısını işitmiştim. Susuzluktan kavrulurken kulağa ulaşan su sesi gibiydi duyduğum.


Tanıdığım herkes ezberlenmiş toplumsal rollere uygun davranmış, varoluşlarını bu büyük toplama gönül rızasıyla dahil etmiş, bastıkları zemine sabitlenerek çoğunluğun üyesi olmuşlardı. Genel ve kabul edilmiş yaşam biçimlerinden birini seçmişler, kendi zevklerine göre bazı ayarları özelleştirmişlerdi. Bu düzenlemeleri özgürlük ve özgünlük diye bellemişlerdi. Yaptıkları tek şey, sert kayadan oyma bir heykele küçük çentikler atmaktan ibaretti oysa.


Benim de günün birinde kendileri gibi olacağımı düşünmüşler, bunu gönülden istemişler, hatta baskı unsuru haline getirmişlerdi. Her şey benim iyiliğim ve mutluluğum içindi onlara göre, doğrusu buydu. Ben biraz ağır ilerliyor, her şeyi ağırdan alıyordum. Mesele onların gözünde sadece bir gecikmeden ve çocukça ayak diremekten ibaretti. 


Çoğunluk genişlemeliydi. Yaşamlar ne kadar birbirine yaklaşır, ne kadar birbirine benzerse insanlar kendilerini o kadar huzurlu ve güvende hissederlerdi. Gül bahçesindeki ayrık otları elden geldiğince temizlenmeliydi. 


Çoğunluğun üyesi olmak çoğalmayı da gerektiriyordu. Dahil oldukları sistemin sürekliliği için taze üyeler gerekliydi. Çoğaldılar, yerleştiler, kök saldılar. Benimle ilgili merak ettikleri tek şey, bana sıranın ne zaman geleceğiydi. 


Ben o sıraya girmedim. Aklımın yetkinliğe ulaştığı yaştan başlayarak çoğunluğun dayattığı ne kadar toplumsal şablon ve koşullandırma varsa hepsinden özenle kaçındım. Bazen acemice bazen ustaca bir kaçıştı bu ama asla yakalanmadım. “Ergenlikte şöyledir, gençlikte böyledir, yetişkinliğe erişince tüm bu refleksler körelir, hatta gülünç gelir.” demişlerdi hep. Onlar yaş aldıkça tam da dedikleri şeyleri yaşadılar. Toplumun zihinlerine bıraktığı tohumu büyütüp yeşerttiler. O tohum benim zihnimde büyüyemedi, çürüdü gitti. İklimi değildim ben o tohumun, toprağı değildim. Ben kendi tohumumu kendim bulup yetiştirdim. Onlar gibi hazıra konmadım. Kendimi bulabilmek için kendimi kazdım. Kendi içime atladım, en diplerimde bir tohum buldum ben. Nice emek ve acıyla büyüttüm onu. Yardım almadım diğerleri gibi, kolayca sonuca varmadım. Gürbüzleştim kendi emeğimle. Elde ettiğimin değeri hiçbir şeyle ölçülemezdi.


Kendi gerçekliğimi anlayıp bunun üzerinde yükselmem birdenbire olmadı elbette. Ayrıksı olduğumu derinden hissettiğim ama etrafımdan gizlediğim erken dönemlerimde -itiraf etmeliyim ki- ben de bu durumun bir gün değişeceğini ve çoğunluğa dahil olacağımı sanmıştım. Geçen zaman bunun asla olmayacağını öğretti bana. Ben genelgeçer ezberlere dahil olamayan değil, olmayandım. Uyamayan değil, uymayandım. Bilinçli bir seçimdi benimkisi. 


Toplumsal çoğunluk ile aramdaki ortak paydalar bazı maddi zorunluluklardan ibaretti. Ortak yerler ve eylemler bütünüydü. Bu kesişim kümelerinde bile aynı şeyleri yaparken aynı amaçları taşımıyorduk. En basitinden, para kazanmak bile aynı hedeflere yönelik değildi. İçlerindeydim ama onlardan değildim.


Öncekilerin sayısız denemeleriyle olgunlaştırılıp ortak bir havuzda toplanmış ve kuşaktan kuşağa aktarılmakta olan hayat bilgisi yerine kendi kişisel bilgimi oluşturdum. Öncekilerin deneyimlerini aynen alıp kullanmak yerine kendi seçtiklerimi denemek, sonuçlarını kendim görmek istedim. Sınanmış ve onaylanmış olanı sürdürmek yerine kendim sınamak istedim. Haritaları, rotaları çizilmiş yoldan yürümek yerine kendi yolumu çizmeyi seçtim. Epey zorlu bir süreçten sonra da özümü buldum. Bu, tepside hazır olarak sunulandan çok ama çok daha değerliydi. 


Zaman zaman beni yolumdan döndürmek için uğraşırlardı. Ben de sorularla karşılık verirdim bazen: “Sen… Şu an yaşadığın hayatı mı istiyordun gerçekten? Benimseyip özümseyebildin mi? Arada aklına sürüden ayrılmak geliyor mu? Alışılmışın dışında şeyler yapmak?.. Nasıl savuşturuyorsun bu güçlü istekleri? Nasıl bir bent çekiyorsun bu coşkun akışın önüne? O renkli hayallerin üzerini neyle örtüyorsun? Sakladığın yerden çıkıvermiyorlar mı en olmadık yerlerde ve zamanlarda? Ya başına dönebilseydin?.. Zamanda yolculuk yapıp geriye gidebilseydin aynı hayatı mı seçerdin? Aynı sen mi olurdun?” 


Yanıtlar kaçamak olurdu genelde ve her savunma “Eh, hayat bu!” diye biterdi. Hayat, zorunlu seçmeli ders gibi bir şey değildi. Hayat, okuldan kaçmak gibi bir şeydi. Hiçbir yönlendirme olmaksızın seçtiklerinin adıydı hayat. 


Sonra… Nelerden sonra yol çağırdı işte beni. Çok sevilen bir şeyin derin açlığı, büyük yoksunluğu gibi çınlıyordu ruhumda. Yol gitmek istiyordum amaçsızca. Herhangi bir hedef gözetmeksizin yollara düşmek istiyordum, yolda olmak istiyordum, yolu yaşamak doyasıya…


Geçmişlerinin üstüne hayat kuranların tersine, geçmişimin olmadığı yerleri görmek istiyordum. Hiç bilmediğim yerlere ulaşmak, öncesizlikle sonrasızlığın birleştiği ânı -şimdiyi- yaşamak istiyordum. Köklerini derinlere ulaştıranların tersine, toprağın üzerinden toz kaldırarak esip geçmek istiyordum. Ayakları yere sağlam basanların tersine, ayaklarımın yerden kesilmesini…


Rastgele rotalar belirledim. Bazen uzunca bir tatilde, bazen hafta sonu yollara düştüm. Gideceğim yeri belirlerken tek ölçütüm vardı: daha önce gitmemiş olmak.


Geçmişim olmayan şehirlerde buldum huzurun en koyusunu. Birileri hayatlarını geçmişleri üzerine temellendirirken ve gelecekleri için yığınak yaparken ben çok uzak bir yerlerde, sadece andaydım. 


Okul panolarındaki tarih şeritleri gibiydi diğerlerinin hayatı. Bildikleri ve sahiplendikleri bir geçmiş vardı. Özenle kurup geliştirdikleri bir “bugün” vardı. Gerçekleşeceğine inandıkları bir gelecek… Benim içinse tüm bu zamanlar sadece “şimdi” içinde eriyip birbirine karışmış, sonra da bireşime ulaşmıştı. Zaman artık tekti benim için. 


Haritalara bakıyordum sık sık. Görmediğim şehirleri işaretliyordum büyük küçük demeden. Turistik olup olmamasının, görülmesi gereken yerler listesinde bulunup bulunmasının hiçbir önemi yoktu. Gitmediğim bir yer olması yeterliydi. 


Otobüsle içlerinden geçerken kısacık bir an gördüğüm yerleri de merak ederdim hep. Bazen sonraki rotalarım içine alırdım. Neler yaşanıyordu bu yerleşimlerde, günlük hayat nasıldı? Kendisine özgü neleri vardı? Oranın ruhunu biçimlendiren etkenler nelerdi, diğer yerlerden ne kadar farklıydı? Hepsini merak eder, öğrenmek için büyük bir istek duyardım. Başkalarının “Ne var orada ya? Ne alaka?” diyebilecekleri yerler büyüleyici gelirdi bana. Bir çocuğun gözüyle görürdüm ben. Farkımız buydu.


Muavinin hareket saatinin geldiğini bildiren çağrısını işitince derin düşüncelerimden uyandım. Birkaç kez derin derin soludum çam kokan havayı. Ağaçlı tepeyle vedalaştım. Otobüse bindim. Tam da tahmin ettiğim gibi, yolcuların yerini alıp otobüsün kalkması beş dakikayı buldu. 


Geçmişim olmayan bir şehir beni bekliyordu yine. Tanışacaktık. Sanki orada doğup büyümüşüm gibi beni içine alacaktı. Zamansız biri olarak dolaşacaktım sokaklarında. Sonsuz bir şimdi içinde…