Alejandro Landes tarafından yönetilen, Sundance Film Festivaliʼnde “Jüri Özel Ödülü” kazanan “Monos”, kurduğu bağlam ilişkisinin zayıf olmasından dolayı izleyenleri soru işaretleriyle bırakıyor.


Monos, açılışıyla yeryüzünden soyutlanmış, medeniyetin henüz ulaşmadığı bir yere götürüyor bizi. Güney Amerika’da olduğunu düşündüğümüz bu yerde bir dağın zirvesinde silahları olan sekiz çocuğun neden ve nasıl orada olduğunu bilmeden ama film boyunca düşünüp çıkarımda bulunarak izlemeye başlıyoruz.


Çok geçmeden çocukların bir gerilla örgütü tarafından denetim altında tutulduğunu, aynı zamanda Amerikalı bir kadını (Julianne Nicholson) rehin tutmakla görevlendirildiklerini anlıyoruz. Dış dünyayla tek bağlantıları olan bir telsiz vasıtasıyla onları yöneten örgütle iletişim halinde olup gelen emirleri alıyorlar.


Gündüzleri, bir lider tarafından kontrol edilip eğitimden geçirilen çocuklar, geceleri özgür kalınca oyunlar oynayıp eğleniyorlar. Her biri kimliksiz olan çocuklara isimlerine karşılık gelecek belirli kodlar takılmış. Kızlı erkekli olmalarına rağmen cinsiyetlerinden sıyrılmışlar ve ilkel denilebilecek tek bir tipe dönüştürülmüşler. Onları orada bulunduran, politik yapısını bilmediğimiz bu vahşi yapılanmanın içinde hayatta kalabilmek için her şeyden uzun zaman önce vazgeçtikleri ve artık tek amaçlarının hayatta kalmak olduğunu anlıyoruz.



Görsel Atmosferin Dışında Kalan Bir Hikâye


Güney Amerika’nın hangi ülkesi olduğunu bilmediğimiz tabiatında dağın sert yamaçlarından, sarp kayalarına kadar dinmeyen bir nehrin içinde doğanın karşı koyulamaz asaletiyle bir görsel şölen sunan Monos, bu doğanın içinde kurmaya çalıştığı hikâyesi kıyıda köşede bir yerde kalıp kaybolmaya hazır hale geliyor.


Bu bağlamda Monos, ne ilkel bir kabileyi andırıyor ne de insanın doğayla olan ilişkisinden yola çıkıyor. Yalnızca doğanın atmosferinden ve medeniyetten uzak olmasından faydalanıyor. Her an dağılmaya hazır hikâyesiyle Monos, bütünlükten uzak, tamamlanmamış puzzle parçaları gibi eksik bir hikâye çıkarıyor ortaya.


Her şeyin çığırından çıktığı, gerilimin arttığı ikinci bölüm, çocuklar arasındaki iktidar mücadelesini ve içinde bulundukları durumla baş etmeye çalışmalarını anlatıyor. “Doktor Hanım” diye hitap ettikleri ama kim olduğunu bilmediğimiz, sonradan mühendis olduğunu ve fidye için kaçırıldığını öğrendiğimiz Amerikalı kadının ait olduğu yere dönme çabası ve yaşama içgüdüsüyle vahşi bir hale dönüşüp çocuklardan birini öldürmesi, onu en başından beri çocuklardan ayıran çizgisinin kaybolmasına yol açıyor. Bu dönüşümün kaçınılmaz olduğunu vurgulayan yönetmen, hayatta kalmak için başvurulan her yolun mübah olduğunu gösterir vaziyette.


Nereye ait olduklarını bilmediğimiz ama savaşın meydana getirdiği dayatmalara mahkûm edilmiş çocukların bu kaosun içinden bir gün çıkacaklarını umduğumuz ve bundan sonrası için kırılacak gibi görülmeyen bir savaş döngüsünün içinden insan doğasını, çocuklar üzerinden yetersiz bir altyapıyla anlatıyor Monos, ardında eksik bir şeyler bırakıyor ve kameraya çevrilen korku dolu bakışlarla hiçbir soruya cevap vermeden hafızamızda silik bir yer ediyor.