Daha önce yürüdüklerimden pek de farklı olmayan bu yolda yürümeye başlayalı birkaç dakika oldu henüz. Adımlarımda yadsınamaz bir çabukluk var. Fakat bu çabukluğun kaynağı kesinlikle sönük bir umut değil. Sadece kendimi biraz da olsa ciddiye alabilmek adına verdiğim kararlara sadık kalma hevesi belirliyor bu hızı. Bugün güzel bir gün batımı olacak, hava oldukça açık ve henüz şimdiden hafifçe mora çalmaya başladı gökyüzü.


Ne kadar da farklı halleri var şu gökyüzünün! Bazen beyaz bulutların arkasına saklanmış çekingen güneşe ev sahipliği yapan bir mavi, bazen amansız bir gri, bazen de sımsıcak bir pastel rengi. Birbirinden bu denli farklı olan biçimlerinin her birisi o kadar güzel ki... Ölüme dair beni rahatsız eden yegane iki şeyden birisi bu: Onu, gökyüzünü, bu saf biçimlerdeki güzelliklerini sergilerken karşılayamayacağım bir daha. Bu gerçekten içimi burkuyor. Fakat başa çıkabileceğim bir iç burukluğu bu. Çünkü bahsini ettiğim bu kavram, beni hiç yüzüstü bırakmadı. Her seferinde güzel olmayı bildi. Hiç hayal kırıklığı yaşatmadı bana. Asla hiç gitmeyecekmiş gibi mutlu edip beni, kısa bir zaman sonra adeta hiç var olmamış gibi çıkmadı hayatımdan.


Evet, onun ve diğerlerinin yapmayı bildiği tek şey budur işte. Size hiçbir gökyüzünün, hiçbir gün batımının veremeyeceği yüceliği, umudu ve sonsuzluğu verirler bir anlığına ama daha sonra gelen bir anda bunların hiçbirisi sanki hiç olmamış gibi çıkarlar hayatınızdan, kalakalırsınız kederle baş başa. Sizi o kadar çıkartırlar ki hayatlarından onları ne kadar sevmiş olursanız olun bir şüphe tohumu ekilir ona dair olan düşüncelerinizin en derinlerine. Yavaş yavaş, hiç farkına varmadan esiri olursunuz karanlık düşüncelerin; bütün bunların sizin kafanızı içinde yaşandığının, aslında gerçek olmadığının. Beyniniz sizi buna ikna etmenin bir yolunu bulur, her zaman bulur. Ama ne zaman ki saf ve basit bir güzellikle, kırlarda burnunuza gelen kekik kokusu veya mora çalan bir gün batımı, karşılaşırsınız işte o zaman hatırlarsınız size neler hissettirdiğini ve idrak edersiniz bir daha asla böylesine derin hisler içerisinde olamayacağınızı. Nasıl öldükten sonra bir daha gün batımı izleyemeyecekseniz, onu bir daha görüp ruhunuzu yüceltemeyecek olmanız da bir tür ölümdür. Ama ölümden çok daha beter bir şeydir bu. Çünkü öldüğünüz zaman sizi siz yapan her şey yok olur, hiçbir şey hissedemezsiniz, acı bile. Ama onun nezdinde ölmeniz demek, acı çekecek kadar hayatta kalmanız demektir. Hiçbir şey azad edemez sizi bu acıdan. Zaten siz de istemezsiniz böyle bir şeyi, zira ondan geriye kalan tek şey bu acıdır. Onun gözlerinize bakıp gülümsediği ve sizi sevdiğini söylediği zamanların anısı korunması en mühim şeydir sizin için artık. Bu yüzden de acısına tutunursunuz; yaşatmak için bu yüceliği, sadece ölümle azad olacak şekilde.


Yürümekte olduğum arnavut kaldırımlı yoldan sapıp batıya karşı muhteşem bir görüşe sahip olan tepeye giden topraklı yola giriyorum. Burası aslında bir yol değil, gide gele ayaklarımın altında oluşmuş biçimsiz bir patika. Artan eğimde düzensiz adımlarla, nefesimi kontrol etmeden sarsakça yürüyorum. Yerden kalkan tozlar gözlerimi yakıyor ve saçlarımın arasına yerleşiyor. Terden sırılsıklam oluyorum. Nabzım üst sınırlarda. Tam zamanı olduğu için bir sigara yakıyorum can havliyle. Birkaç adımda bir başımı gökyüzüne kaldırıyorum, terli alnımı yalayan ılık güneş ışıklarına selam vermek için bir nefes çekiyorum sigaramdan. Ciğerlerimin en derin köşelerine kadar değmesine özen gösteriyorum dumanın, zira öbür türlüsü güneş ışıklarına saygısızlık olur.


Tepenin zirvesine yaklaştıkça hızlanmak yerine yavaşlıyorum, yorulduğumdan değil ama. Bir zamanlar bir yerlerde okuduğum bir cümle yönlendiriyor bu davranışımı, esas olanın sonuç değil sonuca giden ya da gitmeyen, sadece başlangıcı olan yolculuk olduğu.


Sağ baldırımdan aldığım güçle son bir hamle yapıp tepenin düzlüğüne ulaşıyorum ve yere bırakıyorum kendimi. Amansız bir öksürük krizi gözlerimi yaşartıyor. Bulduğum ilk boşlukta sigaramdan son bir nefes çekip fırlatıyorum onu geldiğim yola doğru. Çünkü tepeye ait değil o, tepeye giden yola ait. Bana bu tırmanışımda yoldaşlık etme görevini yerine getirdi ve şimdi görev yerinde ebedi bir istirahate çekilebilir, bunu sonuna kadar hak ediyor.


Artık iyice kendime gelmiş durumdayım, dizlerimden yaylanarak fırlıyorum ayağa ve başlıyorum özümsemeye karşımdaki yüceliği. Ne yücelik ama! Mora bürümekte olduğu gökyüzünden kızıl yansımasını düşürdüğü engin denize doğru alçalıyor. Gerçekten çok şanslı bir varlık şu güneş, yolculuğunu başlangıç ve bitiş noktalarına bir bakar mısınız, tahayyül edebiliyor musunuz güzelliklerini! Nerede görülmüş bir şeyin bu kadar güzel başlayıp, bu güzelliği kıskandıracak kadar güzel bir yoldan geçip yaşayan her şeyden daha zarif bir son durağa ya da ölüme ulaştığını?


İnkar edemem, benim yolculuğumun bazı parçaları da güneşi kıskandıracak kadar güzeldi. Başlangıcı her ne kadar mükemmel olmasa da yolculuğa dair edindiğim silik öngörü katlanılabilir kılıyordu hepsini. Ama bütün bunlar bir kenara, öyle bir sona ulaştım ki kederimi hiçbir yazıyla, şiirle ya da buğulu gözle anlatamam.


Onu gördüğüm ilk anda içimde bütün bunların büyük bir şeylere dönüşeceğine dair bir his uyanmıştı. Büyük ihtimalle kötü bir büyüklük olacağını hissediyordum bunun ancak kesinlikle öngörülerimin güçlü olmasından ileri gelmedi bu başarı. O zamanlar içinde bulunduğum karamsırlık, gerçekten özel bir taneydi. Hiçbir zaman benim için her şeyin anlamı olduğunu düşündüğüm bir şeye bu kadar yakın olup da ulaşamadığım olmamıştı. Bu, gerçekliğe dair olan keskin şüpheciliğimi yaratan ilk kıvılcımdı.


Onu gördüğüm daha ilk anda, her şeyden daha çok istemeye başladım onu. Ama en derinlerime yerleşen gerçekliğe dair takındığım şüpheci tavır hemen başımı diğer tarafa çevirmemi sağladı. Bir süre unuttum onu. Ama aradan geçen kısa bir zaman sonra gözardı edemeyeceğim kadar yakınıma getirdi onu şans. Artık belli olmuştu, uzunca bir süre oldukça yakınında olacaktık birbirimizin.


Bir daha asla değişemeyecek kadar değiştiğim an, onu ilk gördüğüm an, asla ulaşamayacağım, ulaşsam da asla ikna olamayacağım bir şeyle karşılaştığı zaman insanın içinde doğan burukluk belirdi içimde. Hali hazırda bitap olan ruhuma daha fazla acı vermemek için ayırdım bakışlarımı üzerinden, yani yaşanmışlığın getirdiği korku yönlendirdi bu davranışımı. Ama şans beni çenemden pek de nazik olmayan bir şekilde kavrayıp ilgimi onun üzerine odaklamaya kararlıydı. Bu noktadan sonra ben de kendimi olayların akışına bıraktım, ne geri çektim kendimi ne de ileri atıldım. Hali hazırda tesadüfler itiyordu beni ileriye istemsizce. O da bana yaklaşıyordu. Ama ben bu gerçekliği çok güçlü bir şekilde göz ardı ediyordum.


Her ne kadar bozulmuş düşünceler bütünü olsa da bütün bunlar oldukça doğal örneklerine rastlamak pek de olağan dışı değil. Önüme serilen gün batımını izlerken, sanki her şeyin, acılarımızın, kederlerimizin, umutlarımızın ve sevinçlerimizin, sınırını gökyüzü çiziyormuş gibi görünüyor. Ama aslında algımızın eksiliği yol açıyor bu yanılgıya. Kümülatif bilgi birikiminin söylediği üzere ufkun ötesinde başka bir şey, sonsuz bir uzay var. Bahsettiğim bu bilgi birikimi kadınlara dair olan yaşanmışlıklarımdan gelen tecrübelerime, ilgimin gün batımının güzelliğinden dağılmaması için gökyüzünün sonluluğu gerçeğini gözardı etmem ise onun yanında olmanın verdiği hazzı daha güçlü yaşayabilmek adına takındığım kasıtlı cehalet haline benzetilebilir.


Yaşadığım bu oldukça kararsız süreçte birkaç kırılma anı yaşadım. Benden ödünç istediği kitabın sayfalarının kenar boşluklarında karalamış olduğum birkaç şiir parçası vardı. Benim çirkin yazımı çözmeye uğraşmaktan dolayı kitabı bir türlü okuyamadığını söylediğinde karmaşık duygular içerisine girdim. Kitabın yazarı biricik peygamberim olan Kerouac’tı. Benim yazdıklarımı okumaya çalışmak için geçirilen bir saniyenin bile onun kitabını okumak için ayrılmış olan zamandan çalınıyor oluşu fikri öfkelendirdi beni. Öyle ki kendimi gururlu bile hissedemedim uzun süre. Ancak sadece saf sevginin yaratabileceği bir gafletin Kerouac’ın önüne geçebileceğini düşünmeye başladım ve işte tam bu noktada kendimi ileriye, ona doğru itmeye başladım. Daha okunaklı yazılarla onun için şiirler yazdım. O yazdıklarımı okurken ben de onun gözlerine kilitlendim. Ah, baş başa kalıp ona şiirimin, onun söylemeyi çok sevdiği üzere şiirinin, yazılı olduğu kağıdı vereceğim an yaklaştıkça içimde yükselen heyecan ve karmaşık duygu seli! Çekingen gözlerini benden uzakta tutarak ona dair olan hislerimi, yani yaşadım diyebilmemi sağlayacak yegane şeyleri, okuyuşu ve bitirdikten sonra nemli gözleri (belki de hayalgücüm öyle olduklarına inandırdı beni!) eşliğinde büründüğü sessizlik, benim ise mutluluk ve sabırsızlıkla tırnaklarımı önümdeki bira şişesine vurarak tuttuğum ritim... İçtenlikle söyleyebilirim ki bundan daha saf ve mutluluk dolu bir o kadar da kederli bir an ne gerçeklik bulabilir herhangi bir hayatta ne de kaleme alabilir en büyüklerinden hiçbir usta!


İşte, yine önlenemez bir metafor doğuyor. Gözümü her odaklayışımda bir gün batımına, başımı yukarıya doğrultmakta olduğum o kısacık anda önce heyecan dolarım, daha sonra durdurulamaz bir sevinç kaplar içimi. Hep daha uzak bir noktasını yakalamaya çalışırım gözlerimle bu güzelliğin ve sonsuzluk hissiyle sevinç ve heyecan dolar içim. Çehreme masum bir gülümseme yerleşirken heyecanımı bastırabilmek adına gözlerimi hızlı hızlı kapatıp açarım, gözümü her açışımda gün batımının yine karşımda belireceğini bilmek müthiş bir güven verir bana gerçeklik adına, tam da ihtiyacım olduğu üzere. Tam da onun bana verdiği gibi. Güzel şeylerin de gerçek olabileceğini düşündüren, gerçekten var olan bir güzelliğin bu kadar yakınımda olduğu bu iki anın yaratıcıları, gün batımı ve O hayatta tuttu beni bu kadar uzun bir zaman boyunca.


Güneş iyice alçalmış vaziyette, neredeyse kaybolacak ufuk çizgisinin altında.Karanlık gölgemi seçmemi engelliyor artık. Mutlulukla sonsuz kederi ayırt edemeyişim de benzer bir şekilde gerçekleşmişti aslında.


Artık birlikte geçirebileceğimiz, onu her gün görebileceğim zamanların sonuna gelmiştik. Ayrılık anı gelmişti. Sessizce durduk uzun bir süre merdivenlerin başında. Ona duyduğum aşkı dizginleyemiyordum artık, gözlerimden fırlayarak terk etmek istiyorlardı bedenimi, özgürlüğe kavuşup onun gözlerine yerleşmek için can atıyorlardı. Ama yere doğru yönelttiği kederli gözlerini kirpikleri koruyordu sevgimden. Nice sonra bana vereceğini söylediği hediyenin vaktinin geldiğini söyledi. O birkaç saniyelik bekleme sürecinde vücudumun hiçbir parçasını hissetmiyordum, dolaşım sistemimde kan yerine O dolaşıyordu adeta. Yavaşça bileğine doğru uzandı. Kendini hatırlayabildiği en eski zamanlardan beri taşımakta olduğu mor bilekliği ayırdı vücudundan ve avucumun içine koydu. Sanki evrenin bütün ağırlığı, Lizard King’in şiirlerindeki kederlerin tümü bırakılmıştı avucuma. Bakmaya korkuyordum. Gözlerimin dolduğunu hissediyordum sadece ve boğazımda oluşan yumruyu. Artık en değerli varlığım, onun izdüşümü, olan mor bilekliği sımsıkı sarmalayıp korumaya almak için kapattım avucumu, tırnaklarım etime gömülürken. Daha sonra sarıldık sımsıkı, başımı omuzlarına koyup gözyaşlarımı topuklarının dibine döktüm sessizce, fark etmemesini umarak.

Boğulmaktan son anda kurtulan bir adamın nefes aldığı gibi doldurdum ciğerlerimi saçlarının kokusuyla, dalgalarında yitip gitmenin ölümlerin en güzeli olacağını düşündüğüm saçlarının. Ayrılamadık bir türlü. Daha sonra ayrıldık ve tekrarladık bu kutsal anları bir kez daha. Görüş alanımdan çıkana kadar gözümü kırpmadan seyrettim, büyük bir kutsanmışlık sonucu olarak bulduğum ve tam olarak şu anda hayatımdan çıkıp gitmekte olan güzelliği. Gün batımlarının en son gelen ve en ihtişamlı olan anlarını da bu şekilde izlemişimdir hep. İçimde de yine buna benzer bir burukluk belirir. Ama yadsınamaz bir fark var bu ikisi arasında; her gün batımı sona erdiğinde, ertesi gün hayatta olursam bir yenisine tanık olacağımı bilirim ve bu beni teselli eder. Ama onu bu kadar dolu dolu, yakından bir daha göremeyeceğimden emindim o an, bütün öngörülerimle sabitti bu. Yavaş yavaş silinecektim hayatından ve hatıralarından. Emindim yavaş yavaş unutup beni, sanki hiç var olmamışım, bütün bu hisler hiç duyulmamış gibi hayatına devam edeceğinden.


Yanılmadım da.


Benim için bütün nesnelerden daha kıymetli olan hediyesi, mor bileklik, çok farklı biçimlerde yaraladı beni. Bazen onu görme fikrinden bile korkuyordum, onu düşünmemeye çalıştığım zamanlarda. Daha sonra bileğimde taşımadığım ufacık bir anın bile geçmesi fikriyle çıldırma noktasına geldim. Aylarca bileğiminin doğal bir parçasıymış gibi taşıdım onu. Yavaş yavaş eksildim bu süreçte. Sanki kendi metaforunu yaratmak istercesine onun zarif bileklerinden sonra benim hoyrat bileklerimde yaşamaya başladıktan sonra genişleyip yıpranmaya başladı bileklik, ben nasıl eksildiysem o bileğimdeyken. Beni ve kendisini tüketmeden çıkartıp güvenli bir yerde saklamaktan başka çarem kalmamıştı. Öyle de yaptım. Artık beni asla terk etmeyecek olan kederi nihai bir yer edinmişti içimde.


Güzel olan her şey bitti artık. Öngörülerimle kirletebileceğim bir gelecek ya da beni heyecanlandıracak sönük bir umut ışığı kalmadı. Sadece kederi kaldı ondan geriye. Güneş de ufuğun en uç noktalarında ufaldı iyiden iyiye, gökyüzünün mora çalan rengi de alacakaranlığa karşı son direnişini veriyor.


Gitme vakti geldi benim için. Biçimsiz patikama doğru yöneliyorum, gözlerimdeki yaşlardan dolayı görüşüm berrak değil. Ayağım takılıyor ve çok da sert olmayan bir şekilde düşüyorum henüz eğim kazanmamış olan patikada. Ne kadar da rahatmış bu çorak topraklara kendini bırakıvermek! Her şey bittiğinde beni karşılayacak olan ölümün soğuk kolları da böylesine yumuşak mıdır acaba? Gözlerimi ufkun en ötesine dikiyorum ve güneşin silik silueti ile kaybolmakta olan morluğu yakalıyorum. Gözlerimden bir damla daha süzülüyor ancak başım yatay vaziyette olduğu için akıp gidemiyor, gözbebeklerimde asılı kalıyor. Gözlerime çarpan günün son ışıklarını kırarak bir renk cümbüşü yaratıyor zihnimde ve son bir görü sunuyor bana belki de bu kısacak anda.


Kör edici parlaklıktaki aydınlığın ardından gökyüzü mora çalan bir gün batımı rengine bürünüyor. Ruhum bütün acılarından kurtuluyor ve onları bir halka haline getirip çekiyor bu mor cehennemin tümünü içine. Takiben süzülüyorum ebedi yazgıma doğru halkanın içinden geçerek. Son bir çabayla geri çekmeye çalışıyor beni gerçekliğe doğru mor ışıklar, bu çabası halkayı parçalıyor ben uzaklaştıkça. Bir an durup bakıyorum geriye, aşıp morluğu halkaya doğru. İstemiyorum ben yok olurken onun da yok olmasını. Oldukça derinlerden gelen gümüşi bir damla süzülüyor kaynağı pek yorgun ve kurumuş göz pınarlarım olan ve yok ediyor tamamen, mor ışığı da halkayı da. Bütün varlığım derin bir kedere dönüşüyor o an ve beni ben yapan her şeyle beraber terk ediyor bedenimi, kararıyor bütün güzellikler, kederler ve heyecanlar; bitiyor her şey.