Ah... Uzun sayılmayacak bir ömür... Hepi topu yirmi beş sene. Elle tutulur, fakat daha çok yeni.

Düşünüyorum. Dönem dönem bambaşka kişilikler peyda oluyor. İki, üç belki dört farklı ben sürdürüyor bu yaşamı. Geride kalan yirmi beş seneyi bu dört kişiye pay edersek her birine altışar sene düşüyor. Bugün, altı sene öncesini düşündüğümde daha dün gibi yakın gözüküyor gözüme. Farkına bile varmadan geçip gitmiş altı yıl. Ben ve öteki ben'ler, henüz altı yaşını biraz geçmiş, yaşamlarını ise kendi zevkleri, biçimleri doğrultusunda dizayn etmişler. Bu altışar senelik yaşamlar peşi sıra doğup ölmüyorlar, öyle olsa bir düzen süregelir. Şimdi ben konuşuyorum. Yarına hevesi olmayan, ilgilenecek bir uğraş bulamayan, insanların dertlerine kayıtsız, gönül ilişkilerinden kaçınan, hayal dahi kurmayan ben. Sanki bu ömrü üçüncü, dördüncü yaşayışım. Kıpırtısız, heyecansız ve hevessiz bir ben. Bu yüzdendir sanırım on senedir bir şehirde bir yıl kalamamam. Her mevsimi başka şehirlerde geçirmem bu yüzdendir. Buraya geleli iki hafta oldu bugün. Senenin başında başka şehirde, ilkbaharda başka, yazın başka, güzün başka. Geleli iki hafta oldu. Nereye gitsem düşünceleri bir yaprağı kemiren tırtıllar gibi gıdım gıdım ilerliyor içerilere doğru. Beni buraya bağlayacak, biraz olsun mutluluk duyacağım bir ihtimal var mı diye yokluyorum kendimi. Hayal ediyorum bin bir türlü senaryoyu, içimde ufacık bir kıpırtı uyandıracak mı diye. Ne akşamları barlarda çakır keyif sohbetler, ne bir gönül ilişkisi, ne eskiden görmek istediğim bir yere gitmek düşüncesi. Eskiden fotoğraf makinesi almak istiyordum, şimdi sokakta bulsam yanından geçip giderim herhalde.

Geçen perşembeden beri yalnızca sigara ve içki almak için dışarı çıktım. Apartman kapısının otomatiği bozuk olmasa onları da sipariş edeceğim. Aşağı kadar inip kapıyı açacağıma iki adım atıp kendim alayım diyorum, zaten sokağın karşısında, gidip dönmek beş dakika sürmüyor.

Neyse.

Şikayetçiyim evet. Fakat ne huzursuzluk duyuyorum bu monotonluktan ne de bunu değiştirmeye yelteniyorum. Mantığım buna karşı çıksa da içim bir sakınca görmüyor bu düzende. Her akşam işten sonra bir bira açıp koltuğa uzanmak, telefona, bilgisayara bakmadan öylece tavanı seyretmek yetiyor bana. Dünya bana bunca çeşitlilik ve imkan sunmuşken ben iki seçenek arasında sıkışıp kaldım; koltuğuma uzanıp ya tavanı ya da kedilerimi seyretmek...

Önceleri böyle değildi elbet, bir türlü yalnız kalamazdım. Bırakın yalnız kalmayı dinlenecek vakit dahi bulamazdım. Fazlaca bir insan sirkülasyonu var idi. O zamanlarda da içten içe yalnız olmak ister, boğulmuş hissederdim açıkçası. Sanırım artık bu kalabalığa tahammülüm ve o kalabalığa yetecek enerjim kalmadığı için bu fiziksel olarak eylemsiz rutinim bana kafi geliyor. Zihnen çok yorgun değilsem kitap okuyor ya da bir şeyler yazıyorum. Su içer gibi kahve içiyorum, bitip tükenmeyen, günler süren baş ağrıları çekiyorum. Nadiren de olsa hasta oluyorum. Kendimi bir oda bir salon evimde insanlardan soyutladım ve bundan bir nebze rahatsızlık duymuyorum. Düşlemler varlığımı korumama olanak sağlıyor.

Uzun ve bir hayli sıkıcı bu cümleler bir yazın değeri taşımasa da insanın özü bu. Dışarıya doğru nasıl olduğumuz değil de içten içe ne hissettiğimiz esas gerçek olan.