Mum gibi yüreği vardı.Şiir yakardı kalbinin şamdanında. Bundandı, yaşamayı unuturdu çoğu zaman.Ona rastladığımda kağıdını bulamamıştı dünyada. Tenimi koydum parşömen gibi önüne. Kazıya kazıya kalbime bulaştı elleri. Her akşam masa hazırladım ona. Masa deyince şarap falan gelmesin aklınıza. Ondan dahi şiddet gören üzümlerin hüznü bulaşırdı yüreğine. Acı, ıslak bir emzik gibi ağzımızdaydı. Süt değil irindi emdiğimiz ve emdikçe çirkinleşen bir plastiğe dönüşüyordu yaşamak. Bu yüzden süt koyardım masaya. Beşikte kalan bebekler için, sokakta titreyen hayvanlar için, kavuşmaları düşük yapan aşklar için. Yine de temizleyemezdim bu dünyanın kanını. Sonra biraz maydanoz koyardım biraz peynir biraz da çiçek. Çiçeği o getirirdi. Her akşam taze alırdı kavşakta oturan, elleri nasırlı adamdan. Topraklar içindi çiçekler, ölümler için değildi asla. O masalar için mumlar biriktirmiştim ona. Fabrikasyon değildiler. Naif bir kadının ellerinden düşmüşlerdi dünyaya. Bu yüzden pek kimse bilmiyordu varlıklarını. Canlıydı her biri. Her birinin içinde kimsenin bilmediği bir yaşam vardı. Yandıkça ortaya çıkacaktı. Yandıkça. Acıdıkça. O kadının sevinçleri düşecekti masaya. Kederleri, umutları, çocuklar düşecektiveadamlar... Yeryüzü dökülecekti kiminin içinden, kiminden gökyüzü. Yayla çiçekleri çıkacaktı mumun içinden. Ardından kendisiyken hiçbir işe yaramayan ama diğer mumun içindeyken onu ve kendini eşsiz güzelliğe bürüyen diğer mumların artıkları...Onu görecektim masanın diğer ucunda. Mumun bile canı acımayacaktı yandığına, onun yüzünü aydınlatıyor diye. Ama o daha doğmadan terk etti beni. Mülteciler kustum masalarda. Kayıklar yaptım onlar için egenin denizinde batmayan, denedim gözyaşlarımda. Tuzu bile aynıydı, tattım çatlak dudaklarımla. Ülkemin şehitlerininyarım kalan hayatlarına senaryolar yazdım. Evlerini derimle rengarenk sıvadım. Çizgi filmler oynattım mum ışıklarında...
Bıraktığı gibi bulsun diye beni, kelimelerle yaşıyorum hâlâ. Mum yakıyorum geceleri şehrin ışıklarında. Beni görsün diye...