Fahrenheit 451, 1953 yılında Ray Bradbury (1920-2012) tarafından kaleme alınmış distopik bir bilim-kurgu eseridir. Türkiye’de içinde bulunduğumuz yirmi birinci yüzyıl ile birlikte değer kazanmış ve son zamanlarda “bestseller” olarak kitaplıklarda yer almıştır. 


Fahrenheit 451 gibi bir kitabı dünyaya armağan edecek kadar distopyalarını ustalıkla kaleme almış Ray Bradbury’den bahsedelim: Kendisi I. Dünya Savaşı’nın henüz bittiği tarihlerde savaşın en kârlı ve gelecek yüzyılın belirleyici ülkesi konumundaki Amerika Birleşik Devletleri’nde dünyaya gelmiştir. Küçüklüğünde kitaplara düşkünlüğü onu şehir kütüphanesinin müdavimi yapmış ve henüz 18 yaşında yazdığı öyküleri dergilere satarak geçimini sağlamaya başlamıştır. 20 yaşına geldiğinde ise artık yazdıkları kitaplaşmış ve 20. yüzyılın en önemli bilim-kurgu ve korku yazarlarından biri edebiyat sahnesine çıkmıştır. Kitapları ülkemizde de çeviri ile yer bulmuş ve özellikle birazdan bahsedeceğim “Fahrenheit 451” ve “Yakma Zevki” gibi kitapları geniş okuyucu kitlesine ulaşmıştır. Yaşamı boyunca sayısız öykü, tiyatro oyunu ve roman kaleme alan Bradbury, 2012 yılında ülkesinde vefat etmiştir.


Fahrenheit bildiğiniz gibi bir sıcaklık ölçüsü birimidir. 451 Fahrenheit ise bir kâğıdın yanma sıcaklığını ifade eder. Yazarımız da bu kitaba ismini verirken buradan ilham almıştır. İsminden de anlaşılacağı gibi kitapların yandığı bir distopya kuran Ray Bradbury; belirli bir zamanı olmayan ve herhangi bir devri anlatmaktan ziyade geçmiş ve gelecek herhangi bir zaman dilimi ile özdeşleştirilebilecek ve yorumlanabilecek ucu zamansal olarak açık bir roman kaleme almıştır. Ayrıca yazar açıkça bir skolastik dönem Avrupası’nın eleştirisini sunmuş ve kiliseciliği, engizasyonel tutumu eleştirmiştir.


“Yakmak bir zevkti.”


Yazar, distopyasını Montag adında bir itfaiyecinin yaşantısı üzerinden anlatmıştır. Romanın ana karakteri olan Montag, Mildred adında bir kadınla evli ve evinin hemen yakınındaki bir itfaiyede görevlidir. Bu itfaiyeyi günümüz itfaiyelerinden ayıran en önemli özellik ise esas amacı yanan bir şeyi söndürmek değil, yazılmış olan her şeyi yakmaktır. Karakterlerin içerisinde yaşadığı ülkenin hükûmetinin bir politikası olarak sorgusuz sualsiz kitapları yakma görevi verilen itfaiyecilerden birisi de Montag’tır. Göreve başladığı günden beri gelen ihbarlar üzerine gittiği her evdeki kitapları ve eğer direnirlerse ev sahipleri ile birlikte evi tamamen yakmaya programlanmış bir ateşpüsküren ordusunun baskın olmayan, sorgulayan ve bir günü her gün yaşayan itfaiye memurudur Montag. Eşi Mildred ise topluma ayak uyduran, sorgulamadan uzak ve tek meşguliyeti komşuları ile ev buluşmaları düzenleyip “Duvardakiler” adlı duvarda bulunan ekrandan izledikleri dizidir. Montag eylemlerini sorgulamaya başladığında da ona düzene sadık kalmasını ve işini yapmasını öğütler. Böyle bir sıkışıklığın içinde kalan Montag ise her şeyden kaçmıştır.


Montag kötü bir şey yapmıştır. Çalıştığı departmandaki şefi Beatty, Montag’ın yakmayıp evinde sakladığı kitaplarını fark etmiştir. Sonrasında Montag ile uzunca bir konuşmanın ardından Montag’tan evini yakmasını istemiştir şefi. Çaresiz bir şekilde evini yakan Montag bunun etkisinde kalmış ve üzüntüsünü nefrete, nefreti ise Beatty’i yakmasına neden olmuştur. İtfaiye departmanı şeflerinin öldürüldüğünün haberini aldığı andan itibaren Montag’ı ateşpüsküren araçlarıyla uzunca bir süre kovalamıştır. Kaçmayı başaran Montag yanına aldığı dünya üzerindeki son Kitabı-ı Mukaddes’i çoğaltır ve sanki bir çöle dikilen bir fidan gibi filizlenmeye başlar. Yavaş yavaş düzene yenik düşen herkesin rahatını bozarak kitaplara sahip çıkmaya, onlara eskisi gibi değer vermeye teşvik eder. Sonunda herkesi uyandırmıştır Montag ve dünya daha yaşanılabilir ve kitapların yanmasını gerektirmeyen bir hayat sunmuştur yurttaşlarına.


“Sadece söylemek zorunda olduğum şeyleri dinleyecek birini istiyorum.”


Susmak ve içinde büyütmek bir yangını... Yakmanın en zevkli talihi bu olmalı. Her düşünceyi tüketmektense susmanın kıymetini bilmek önemlidir. Belki de tüm dünyayı değiştirebilecek fikirler susulduğu için bugün böyle yaşıyoruzdur ancak evet, susmak kaderdir. Sustuğumuz kadar yanarız, bu da gerçektir. Hakikat ise yakmak ve yanmanın acı verici bir zevkinin olmasıdır. 


“Bir insana üç beş dize verirsen kendini tüm Yaradılış’ın Tanrısı sanır."


Yazmak, tüm dünyaya “Ben buradayım!” demektir. Yazmak biraz da kendini tüketmek, içinde ölürken kâğıtlarda doğmaktır. Yazmanın sancısını çeken, sürecinde hırpalanan ellerdir eserlerinde yaşayanlar. Ancak her fiiliyatta olduğu gibi yazmak da bir niteliği arar ve her yazılanı aynı değerlendiremeyiz. Öyleyse nedir ehemmiyet atfedebileceğimiz yazıların özelliği? Öncelikle samimiyet ve karşılıksızlıktır. Övülmeyi istemek fıtrat gereğidir ancak bunu temel amaç hâline getirip ortaya konulmuş her eser bir şekilde samimiyet duvarlarının altında ezilecektir. “Oldum” demenin hamlığın bir göstergesi olduğunu fark edemeyen kişiler kendilerini yücelttikleri “Tanrısal” mertebelerde boğulacaklardır. Netice-i kelam; kendini “hiç”ten fazla gören her yazar, yazdıklarının içini samimiyet ile dolduramayacaktır.


“Gerçek şu ki, fotoğrafçılık gelişene kadar birbirimizle pek iyi geçinmiyorduk."


Bizim şanssızlığımız doğayı fotoğraflarına fon oluştursun diye koruyan bir neslin çağına denk gelmemizdir. Bizim şanssızlığımız fotoğraf karelerine gülemeyecek kadar unutmuşluğumuzdur gülmeyi. En büyük şansımız da öldürmemektir ânı. Her fotoğraf bir ânı öldürmektir. Bu olay çok kötüdür demiyorum ancak tutamıyoruz zamanı! Kendiliğimizden çıkıyoruz objektifler önünde ve fotoğraflara objektif bakamıyoruz yirmi birinci yüzyılda. Yirmi birinci yüzyıl bir illüzyondur, bu şekilde değerlendirelim çağımızı ve dâhili belleklere kaydetmek için çabalarken boğazına bıçak dayadığımız heveslerimizi. Biraz da düşünelim: Kaç kişiyi onunla fotoğraf çekinmeye ihtiyaç duymayacak kadar hatırlayacağımıza eminiz?