“Bir gün baksam ki gelmişsin

Gülüşünde taze serin bir rüzgâr.”

 

Aklıma mürekkep tutmuyor; kalemim bana küs, fikrim ise firari. İtalik bir şekilde sadece adımı yazabiliyorum. 40 yıllık, çarpıcı bir hikayem de yok... Sadece bu derginin yeni sayısını, ekmeğin karneyle satıldığı zamanlarda fırın kuyruğundaki kül yüzlü çocuk gibi bekliyorum...

 

Bu yüzden

Kalemim lütfen bana yanaş ve sar beni...

Fikrim, ah fikrim. Geceleri beni kurşunlayan fikrim.

Lütfen gel, "Gel kavuşalım artık."

 

Evet, tam burada şarkıya giriyoruz:

“İki gözüm seneler geçiyor...” Zayi makamında bestelenmiş tüm şarkıları, türküleri üzerime alınıyorum. Her ayrılığının, her hasretin müsebbibi benmişim gibi dinliyorum, gözlerimde orman filizleniyor. Her soluğu sana gizliyorum...

 

Senden bahsetmek istiyorum. Mesela dün hesabettim, 20 yıllık ömrümde sana hiç rastlamamışım. Sözde çok az geliyor, rakamlar küçük, ama bende -sana rastlanmamış- bir ömre tekabül ediyor. Ya diyorum, hiç mi yolum sana çıkmamış, hiç mi köşeyi dönerken paniklememişiz, hiç mi zamanı zaman kılamamışız... Bilemiyorum. Sokaklara dikkatli bakıyorum, bakışını duvarlarda yakalama ihtimali harikulade geliyor. Biraz yaklaşıp duvarlara dokunuyorum, gözlerimi kapıyorum çok sevdiğim bir şarkı çalıyor, altyazı olarak adın geçiyor ve ben okumayı unutuyorum...

 

Ah diyorum, ah ediyorum içimden.

 

Bir sahafa gittiğimde altı çizili cümlelerde seni arıyorum. Rastladığım her cümleye sen gibi tebessüm ediyorum. Sensizken bile seni tanıyorum. Kalemi, kağıdı, şiiri ve şairi buna şahit koşuyorum...

Ve ben seni 20 yıldır olduğu gibi yokluğundan tanıyorum:

 

“Her nereye baksam evvela senin orada olmayışını görüyorum.”