Duyduklarıma inanmamam gerektiğini henüz beş yaşına girmek üzereyken öğrenmiştim. Bunu kavrayabilmem ise yirmi yılımı almıştı. Yüzümdeki ifadeleri saklayamadığım için duyduklarıma inanmayı bırakıp gördüğüm şeyleri ciddiye almaya başlamıştım. Bu yüzden artık dinlemek yerine okumayı tercih ediyordum. Karşımda konuşan insanın dudak kıvrımları yerine göz bebeklerinin büyüyüp küçülmesini, bir refleks olarak yalan söyleyince elini saçlarına ya da boynuna götürüşünü, imzala diye önüme bırakılan evrakları, klozette otururken temizlik ürünlerinin arkasında yazan küçük yazıları, ilaç prospektüslerini, adıma yazılan mektupları ve karşıma çıkan her şeyi ilk etapta okumayı seçiyordum. Dinlemek bana göre değildi. Bugüne kadar duyduklarım ruhumdaki boşluğu büyütmekten başka bir şey yapmamıştı. Bazen oturduğum kafelerdeki masalarda duran şeker ve peçete kutularının arasına yazdığım kısa hikayeleri bırakır ve bir başka masaya geçip yeni gelen birinin şeker kullanıyorsa eğer, o hikayeyi bulup okumasını ve yüzünün aldığı ifadeyi izliyordum. Bunlar genelde sonu kötü biten hikayeler oluyordu. Okuyanı bir yerinden yakalayan ve sonunda ya intihar edecek üniversiteye hazırlanan bir gencin o gün başından geçen olaylar yüzünden bu hayata dayanamadığını ifade ettiği ve son bir iz olsun diye kahvesi bitene kadar yazmış olduğu bir hikaye, ya da eşini sevmediği için onu aldattığını ve çocuklarını bırakıp sevdiği adamla bu şehri terk edeceğini belirten hikayeler oluyordu. Eğer hikayeler gerçek olsaydı ve kağıdın sonunda bütün bunlardan vazgeçirmeleri için bir numara bırakacak olsaydım, masadaki kişinin hikaye bittiği gibi o numarayı arayıp bütün o konuşmalara şahitlik etmek isterdim. Gülce gittiği günden beri hayatım aşağı yukarı böyle geçiyordu.

Haftanın beş günü bir devlet dairesinde katiplik yapıp beşte biten mesai sonrası yaklaşık on dört dakikada evde olup beyaz gömleklerden ve ütülü pantolonlardan sıyrılıp üzerinde çamaşır suyu lekesi ya da bir türlü çıkmayan ve benim de inatlaşmadığım lekeler olan t-shirtlerden birini giyip mutfaktaki plastik masada oturup dolaptan aldığım biralardan birini içerek geçiriyordum. Otuz yaşına yeni girmiştim ve saçlarımın yanlarındaki beyazlar artık biz burdayız ve baktığın her yerden görünüyoruz diyorlardı.

Artık konuşmuyordum ve sadece yazıp izliyordum. Görmek ve yazmak demiştim bir keresinde, bunlar yeterdi yaşamak için. Konuşmaya bırakıp yazmayı emrettiği için Tanrı'yı da seviyordum. Önce kelime vardı sonuçta. Bana kalsa dört kitap yerine tek bir kitapla kapatırdım bütün konuyu. Binlerce peygamber yerine ise kimseyi seçmezdim. Herkes aynı ölçüde değerli ve aynı şekilde değersiz olurdu benim için. Kendi adıma kimseye savaşmayı emretmeyeceğim gibi kimseyi de benim adıma sevin demezdim mesela. İnsana neyin dokunduğunu, ne ile dokunmasını gerektiğini bilen yine de o idi, ben değil.

Önce kelimeyi vermişti, sonra yalnızlığı. Şimdi ise geriye kalan milyarlarca yıldır ne yapacağına karar vermek kalmıştı. Kimi kutsayıp kimi alçaltacağını, kimi terk edip kimi yanına alacağını düşünüyordu. Gülce gittiği günden beri evde daha çok zaman geçirmeye başlamıştım. Müdavimi olduğum mekanlar yüzümü unutmaya başlamış, değişen garsonlar sipariş almak için gelmeye başlamıştı.

Bana yazdığı son mektubu cevapsız bırakmıştım. Çünkü bu şehri, bu evi ve beni terk edeceğini biliyordum. Arada konuşulmamış, cevaplanmamış bir şeyler kalmalıydı. Her şeyi konuştuktan sonra,

her hücreye dokunduktan sonra çarşafları değiştirmeyi de ihmal ediyorduk. Bu yüzden ben mektuplarımı gönderirken okumasını istediğim bir kitabın arasına koyarken Gülce yalnızca içinde bir sayfa kağıdın olduğu ve yazarken üzerine düşündüğü belli olan bir mektup yolluyordu. Üzerinde düşünülmüş ve değiştirilmiş kelimeler ihtiyacım olan şeylerin sonunda geliyordu. Aslında ruhumuzda eksik olan şeyleri aramaya çıktığımız günden beri nereye gideceğimizi, hangi otogarlarda bekleyeceğimizi, hangi kahvaltı masalarından mutsuz kalkacağımızı bilmiyorduk ve hangi kelimeleri okuyacağımız tamamen bir süprizdi. ''...Ben bütün bunların üstesinden nasıl geleceğimi bilmiyorum Barış, yaşamın bu evresinde aslında her şeyin tamam olduğunu düşündüğüm bir zaman diliminde tanıştım seninle ve o günden beri tamam olanın eksik olduğunu anladım. Adımlarına nasıl karşılık vereceğini, seçtiğin şarkıları hangi zaman diliminde dinleyeceğimi, seninle şehirde yürürken hangi tarafında duracağımdan emin olmadığımı anladım. Bu eksiklik ikimiz arasındaki kilometrelerden bağımsız mesafeyi ruhumuza yayıyordu ve ben bu boşluğu ne ile dolduracağımdan emin değildim'' diye devam eden satırları okurken biramdan birkaç büyük yudum almıştım. Şanlıurfa'da biten bir hikayenin temeli ikimizinde ülkenin sınırlarından çıktığımız o ilk zamanda atılmıştı. İlk defa yaşadığımız ülkenin sınırları içinden çıkmış, yüzünü üçüncü defa gördüğüm kadınla beraber dilini bile bilmediğim başka bir ülkenin şehrinde ucuz bir pansiyonun terasında güneşin batışını izliyorduk. Aslında gökyüzü, kuşların kanat çırpışları, duş alırken suyun tenime damlayışı aynıydı. Fakat kanıma karışan şarap bütün bu olup biteni gülümseyerek izlememe sebep oluyordu. Birbirimize şaşıracağımız, şaşırmamızı beklediğimiz yapıları gösterirken göz bebeklerimizin büyüdüğünden emindim. Şehrin içinden geçen Piave Nehri'ndeki birbirinden farklı ve renkli gondolları izlerken bu işi yapan adamların söyledikleri bir şarkıyı mırıldanmaya başladı. Kıvırcık saçları, sağ bileğine taktığı lotus çiçeği, kaşlarının dizilimindeki memnuniyet ile İtalyanca bir şarkıyı birkaç yüzyıl önce yaşamış antik yunan tanrıçaları gibi dilini ön dişlerine sürterek söylüyordu. Sadece bu melodiler bile birkaç gondolu hiç kürek çekmeden hareket ettirebilecek kadar etkiliydi. Bu şarkıyı mırıldanmak için kaç kilometre geldiğimizi bilmiyordum doğrusu ama bunun içi doğru yerdeydim. Şarkı bitince elimdeki kadehi yere bırakıp alkışlamaya başlamıştım. Birkaç güvercini bulundukları saçaklardan ürkütüp uçmalarına sebep olsam bile 118 adanın üzerine kurulu bu şehirde mutluyduk. İnsan yalnız kalınca daha önce yaşadığı şeyleri ayrıntıları ile hatırlamaya başlıyordu. Kötü hafızama rağmen hatırladığım şeyler sanki tekrar yaşanacak gibi orada duruyordu. Odamdan çıkıp dolaptan bir bira daha almak için mutfağa doğru yürürken daha önce okuduğum bir kitapta geçen cümle kafamın içinde dönüp dolaşmaya başlamıştı. "Üzgünüm, yaşam böyledir."