Müşfik ağabey, garip bir adamdı. Akşamüzeri kahveye gelir, çınar ağacının tam karşısına otururdu. Kimseye selam vermezdi, kimse de ona. Halbuki her biri birlikte büyüdüğü, yakından tanıdığı insanlardı. İlk kez gördüyseniz cenazeden dönüyor sanırdınız. Suratı hep asıktı, keyfi hep kaçık. Yeşil gözleri, insanın içini ürpertirdi. Küçüklüğümde, onu ilk tanıdığım zamanlar, herkese koşarak götürdüğüm çayı kahveyi, ona sürünerek götürürdüm. Yanına yanaşasım, kendisine tek kelam edesim gelmezdi. Babam durumu anlar, kendisi giderdi. Müşfik ağabey daha kahveye gelir gelmez, çayı masaya, rakı kadehini yanı başındaki tabureye koyardı. Her akşam birkaç saat otururdu Müşfik ağabey, beş kadeh de rakı içerdi, ne eksik, ne fazla. Uzun uzun çınar ağacına bakardı, hava rüzgarlı olduğunda, yaprakların kıpırdanışlarını izlerken gülümsediğini görür gibi olurdum ama hiç emin olamazdım, öyle bir suratın gülebileceğinden. Bir tuhaf huyu da, güneşe oturmayı severdi. Hep aynı masada, ortalık kavrulmuş, insanlar gölgelere sığınmış, fark etmezdi, o güneşte otururdu. Babam çok sever sayardı onu, diğer müşterilere nazaran, ona biraz daha sevecen, biraz daha ağır yaklaşırdı, diğerleri tersini yaparken. Yalnız, acımak değildi bu, merhametten değildi, ayrı bir şey vardı bu adamda. Küçüklüğümde bu duruma güler geçerdim. Şimdi, görüyorum, ayrı bir hal varmış, Müşfik ağabeyde, bizzat yasayarak öğreniyorum.

Elliyi devirmişti Müşfik ağabey, lakin heybetliydi, dik duruşu, sert bakışları, yaşına başına aldırış etmeksizin tedirgin ederdi insanları. Küçüklüğümde hatırlarım, bir kızı vardı, benden iki yaş küçüktü, sapsarı saçları, Yeşil gözleri vardı. Nasıl imrenerek bakardım ona. Karagözlü, hep subay tıraşlı ben, rastgele doğmuş gibi hissederdim kendimi, sürekli dualar eşliğinde sorardım Allah'a, o bu kadar güzelken, ben neden çirkinim diye. Sesimi duymuştur belki. Bilmiyorum ne oldu o kıza, bir ara İstanbul'a annesinin yanına gitti dediler, sanırım 7 yaşındaydık. Kaç yaz beklemişimdir, belki gelir diye. Fakat sonra görmedim hiç, annesini de hiç tanımadım.

Dedikodulara göre, çok sevmiş Müşfik ağabey, ailesini bile çiğnemiş, o İstanbul kızıdır sana gelmez diyen kim varsa rest çekmiş, basıp gitmiş. Yıllarca da ailesiyle görüşmemiş. Sonra gecelerden birinde, kör kütük sarhoş, elinde de sapsarı bebekle dönmüş köye. Babam görmüş, yavaşça yanaşmış ana evine, eli zile kaç kez gidip gelmiş, ama çalamamış. Oturmuş merdivene hüngür hüngür ağlamış, o ağlayınca bebek de tutturmuş bir ağlama.

Annesi, yaşlı kadın, kapıyı açar açmaz tanımış evladını, önce bebeği alıp, içeriye götürmüş, sonra gelip oturmuş oğlunun yanı başına, ikisi de tek kelime etmemiş saatlerce. Sabah ezanı okunurken kalkmış kadın, kapıyı da ardına kadar açık bırakarak, annesinin peşinde usulca girmiş Müşfik ağabey, o gün bugündür burada, bu kahvehanedeymiş. Annem; babam hayatımda ikinci defa eve ağlayarak geldi demişti bu olayın doğruluğunu sorunca, biri babasının ölümünde, diğeri müşfik ağabeyin dönüşünde. Aralarında birkaç yaş var babamla, birlikte büyümüşler. Babam o zamanlar ayrılmazmış müşfik ağabeyin peşinden, nereye giderse götürürmüş onu da, sonra İstanbul'a çekip gidilince, çekilmiş sular, toz toprak girmiş aralarına.

Ne diyordum; garip bir adamdı müşfik ağabey, hiç gülmezdi. Çocukluğumda soğukça yaklaştığım adama, ateşim şimdi. Büyümek, beni diğerlerinden ayırıp, müşfik ağabeyin safına dahil etti, nedendir bilmiyorum.

Hava çiseli bu akşam, babamın işi vardı erkenden gitti. Müşfik ağabey çınarın altında, ben iki masa arkasında, hiç konuşmadan, sessizce, ağacın gür dallarını, hayata sıkıca tutunuşunu seyredip, kendimize dalıyoruz.