kendi kendimi kendimin yerine koyabildiğimden beri hayatımdan çıkanların hesabını müsvedde kağıdına dahi yazmıyorum. öyle bir boşluk, böyle bir boşvermişliktir gidiyorum. benciliğin, yok görmelerin üzerimdeki hafifliğini hissedebiliyorum. kimse bana söylediği herhangi bir şeyle bana değerimi biçemiyor, biçmeye çalıştığı vakit farkında olmadan benim gözümde kendi değerini biçiyor oluyor. söylediğim gibi gamsızlığın, ketumluğun, hissedemiyor olmanın sarhoşluğunu yaşıyorum. 20'nci yaşıma az bir vakit kalmışken öğrendiğim ve doğru olduğuna inandığım tek hakikat şudur: 'sevildiğin kadar sev, daha fazlasının lüzumu yok.’

bu yazıyı kulaklığımda çalan depresif şarkıyla yazıyorum. Tuğkan'ın sevdiği kadına yazıp armağan ettiği tüm şarkıları kendi benliğime armağan ediyorum. gittikçe klişeleşiyor, daha da bayatlıyorum, bunu biliyorum. demiştim ya, kimsesizliğin verdiği sessizlikle hafifliyorum. asla kafaya dikmeyeceğim şişelerin zihnimi uyuşturmuşluğuyla yaşıyorum. bugün de Kadıköy vapurunu kaçırdım diye dertleniveriyorum. bundan öte dert mi vardır? aşık olmanın başıma gelebilecek en büyük talihsizlik olduğunun bilinciyle nefes alıyorum. artıdayım diyorum. herkes bilmez ulan bunu, akıllıyım dedikçe akıllanıyorum zannediyorum. bir de şimdilerde tüm küfürler var dilimde, dilime bir parmak pul biber çalacağım o olacak. söyleyemediklerimin pişmanlığını duymadan, dilimi hiç ısırmak zorunda kalmadan konuşuyor olmanın kanatlanmışlığıyla uyuyorken buluyorum kendimi.

vazgeçebiliyor olmanın ne büyük bir lüks olduğunu bilerek kaymaklı ekmeğime balımı sürüyorum. şifa olsun. bundan 5 sene sonra hayatın tadını alamamaktan korkarak büyük bir ısırık alıyorum.

ve

kendi kendimin farkına vardığımda bana sadece ben lazım olduğunu hatırlıyorum.