Ve adam uzaklaştı anlamlandıramadığı karmaşanın kaynağından. Dünyevi meselelerin tatsızlığını hissettikçe yönelmek istedi ruhunun derinliklerine. Yeniden var olmak... Katıksız, ciddi ve çıplak sorular ile âdetlerden arınmış pirüpak bir zihni buluşturmaktı niyeti. Sadece öyle duyumsayabilirdi yaşam hücrelerinin hareket ettiğini. Nihayetinde mutluluk “olma halinden” başka bir şey değildi ya da başka bir şeydi. Sahi neydi mutluluk?


Üzerine kalıcılık etiketi bastırılmış değeri ölçülemeyen parlak ve davetkâr bir elbise mi, yoksa yılın ilk kar tanesiyle karşılaşıp vücudunda hissettiği soğuğa rağmen yürürken neşeli sesler çıkaran huzurlu adam mı? Hangisi daha yakınsa sana mutluluk da o kadar yakın işte. Hüzün, keder, sevinç ve neşe... Bütünün bir parçaları sadece. Mümkün mü hüznün yok olduğu kesintisiz bir neşe? O halde korkuların yerini anlayışa bıraktığımız bir kâinatın kapılarını açmak gerek yanılgılardan sıyrılıp hakikatin izinde… Kesretin çirkin kalabalığından bırakınca kendini sadeliğin kollarına, farkındalıkla birleşmiş yolculuğun ilk adımı gerçekleşmiş olacak ve görünen yol her fırsatta lezzetini özümsetecektir insana. İşte o zaman tadabilirsin aslolan neşeyi. Ümit edelim sadece gaflet yaralamasın duyularımızı ve uyanalım bu uykudan diriliş nidalarıyla.


Dudaklarında o cümleler: “Yor zihnini mananın derinliğiyle usanmadan bıkmadan, nasıl var olabilir insan keyifli özgürlük şarkıları söylediği nehirde akmadan?”