Ömür dediğimiz kavramı üç gün olarak tanımlayanlar arasındayım; doğmak, yaşamak ve ölmek. Bu dünyada meydana gelişimize doğmak diyoruz işte ilk günü budur ömrümüzün. Yaşıyoruz iyi kötü, mutlu üzgün, zengin fakir, öyle ya da böyle, gitti işte ikinci günümüz. Son günümüzdür ölüm acı ama en gerçek günümüz. Üç günden sadece ikinci günümüzün içerisinde varlığımızı sürdürüyoruz. Hepimiz ikinci gününü o kadar ihtişamlı, gösterişli ve üst perdelerden yaşamaya adamışız kendimizi.
Farkında mıyız her birimiz renkli, ışıltılı, gösterişli hayatlar yaşamak denizinde büyük kulaçlar atarken rastlaşıyoruz. Global dünyanın getirdiği bu alışkanlık git gide bir kartopu gibi katlanarak çığ vaziyetini almakta olup, her birimiz sürekli yeni ihtiyaçlar yaratmakta ustalaşıyoruz. Bir elbisemiz varsa alternatifi olsun, hayır o da yetmez şu marka indirime girdi üç beş tane daha almalıyız, telefonum her işimi görüyor fakat yeni modeli çıktı onu almadan olur mu diye sayıklayarak günlerimiz geçiyor. Elbette ihtiyaçlarımız var, insan olmamızın doğası gereği ihtiyaçlarımız olması gayet normal. Söz konusu durum ihtiyacımızın olmasından farklı, bizler artık aslında olmasa da olabilecek maddi objelere ihtiyaç yaftası yapıştırarak vicdan rahatlatması yapar hale gelmiş durumdayız. Sınırlarımızın ve imkanlarımızın bu kadar genişlediği dünya düzeninde; elimizde büyük dereceli merceklerle metalar üzerinde mutluluk arıyoruz çoğu zaman. Mutluluk, sevgi, aşk, üzüntü, heyecan ve sair tüm duyguların içimizde olduğunu pek çok kez duymakta olduğumuzu düşünmekteyim. Korkarım, sadece duymakla kalıyor, bu bilinçle yaşamımıza yön veremiyoruz. Küçük bir çocuk düşünün ki ısrarla istediği bir oyuncağın peşinden ona erişene kadar koşmakta olan. Oyuncağa eriştikten kısa bir süre sonra çocuğa bakınca görüyoruz ki o oyuncak çocuk için eskisi kadar matah olmayıp sıradanlaşmıştır bile. Çocuktur aklı ermez tabi ki sıradanlaşacak, peki ya bizler? Hayatımızı göz önünde tutarsak eminim göreceğiz ki yaşımız kaç olmuşsa olmuş ama o çocuk aslında içimizde olup bir şeyleri elde edene kadar ağlayıp, çaba gösteriyor, elde edip kısa bir süre geçince yine o heves kaçması ve bir şeylerin yine ilk anki değerinde olmaması… Çok hızlı tüketiyoruz metalarımızı, duygularımızı, en önemlisi üç günlük hayatımızı. Hayatın yazılı olmayan kuralları içerisindedir maddi şeylerin mutluluk getirmeyeceği. İnsan içindeki tüm duyguları daha tadına varmadan tüketmiş ise ona alınan hiçbir fiziki eşya mutluluk getirmeyecektir. Bazı fiziksel bütünlüğü olan eşyaların manevi değerlerinden ötürü bazı duyguları yaşatabileceğini de unutmamak gerekir lakin ana temaya bakacak olursak bize duygularımızı yaşatan, maneviyattır eşya değil, o duyguları bize hatırlatan şey yine bizim yaşanmışlığımızdan hatrımızagelen içimizdeki duygularımızdır. Hal vaziyet böyle iken daha nereye kadar gösterişli hayat denizinde kulaç atmaya devam edeceğiz, eninde sonunda yorulmayacak mıyız? Artık olmasa da olur diyebilmeli insanoğlu, çünkü metaların bir sınırı yoktur. Sınırsızca ve sürekli şekilde bir şeyler alabiliriz, her kategoriden aklınıza gelecek tüm maddi varlıklara bir şekilde sahip olabiliriz fakat gerçekten ihtiyacımız var mı, bizim büyük merceklerle aradığımız halde metaların bize bir duygu yaşatmayacağına inanmamız için daha ne kadar maksimalist şekilde yaşayacağız? Unutulmamalıdır ki maksimal yaşadığımız hayatımızın tüm ihtiyaçlarımızıkarşılayabileceğimiz; ne eksiğimizin ne de gereksiz fazlalıklarımızın olduğu minimal alternatifini kurmak bizim ellerimizde tabi biraz realist düşünüp istifçilikten, gösterişten kendimizi alıkoymaya alıştırabilirsek.
Üç günlük ömrümüz kurallar gereği zıtlıklarla doludur, yaşadığımız her maksimal hayatın paralelinde minimal yansıması olduğunu ve gerçek mutluluğu vesair kaybettiğimiz duygularımızı metalarda değil kendi içimizde aramamız gerektiğini, belki yarınımızın hayatımızın üçüncü günü olabileceğini unutmamamız dileğiyle…