Bugün sabah kalktığımda yokluğumu

hissettim, tatsız bir yorgunlukla doğrulmaya çalıştım. Vücudum kalksa da yataktan; ruhum, ruh gibi tavanı izlemeye devam etti. Güneşin huzmelerine dağılmış tozları, avucumda gezdirirken bedenim kalkmış, iğrenç granül kahvesini yapıyordu. Zar zor yanına, sonra da kalbine sokuldum. Bir beden ya da bir ruh değil, bir tek ben vardım artık. Aynanın karşısında uzun uzun kendime baktım… Bu ben miydim? Bu ad benim miydi? Bu çehre ve bu çizgiler benim miydi? O kadar uzun geçti ki dakikalar çehremden, vücudumdan korkarak aynayı terk ettim. Merdivenlerden inerken uzunca bunu düşündüm, hayattan nefret edişim yoksa sadece kendimden miydi? Benliğini reddedebilir miydi insan? Yokluğuna sokulabilir miydi, bilmem olur muydu?


Durağa yürürken duymadığım bir şarkıyı iliştirdim kulağıma. Şarkılar iyi ki var. İnsanı nahif bir şekilde sorgularken tokatlayan şeyler şarkılar... Yo, yo sözlü olmasına gerek yok hissetmek önemli. Şarkılar siz beton bloklar arasında bir o yana bir bu yana giderken bir dağbaşında güneşin doğuşunu izletebilir, anlamsız sözleriyle sırf birini hatırlattığı için ağlatabilir. Şarkılar, hissedene, eski raflarda bulunan siyah beyaz fotoğraflar gibidir, ince bir sızıdır damarlarda. Fotoğraf makinem omzumda kırmızı bir çizgi bıraktı, şimdi acısını hissediyorum. İnce tabanlı ayakkabılarla gün boyu eğri büğrü taş yollarda bir aşağı bir yukarı koşuşturmak gibidir bu acı. İneceğim durağı düşüncelerime karıştırdım, bir sonraki durakta inip yürüdüm. Etrafımdaki onca acele eden insana bakıp mutsuz suratlarını saniye saniye izledim; bir adam ve ardından renkli bir kadın. Bense sokakta yürüyen mutluluk dilenen umutsuz dilenciydim kimse bilmese de. Yanımdan geçen adamın ellerindeki çizgilerde dolandım biraz. Bir ihtiyarın tecrübelerinde yürümek, birkaç dakikalığına bastona yaslanmak; insanı aksileştirir. Tecrübe en çok insanı çocuklaştırır. Fark ettim ki insan ya hiç büyümüyor ya da en iyi rol yapanlarla bir çukurda evcilik oynamaya zorlanıyor. Toplum budur, bunu ister. Ah, keşkesi çok olan onca ihtiyar; 30'lu yaşlarında yapamadıklarını toplumun evcilik oyununa katmazlar anladım, mutsuz onca insan için anladım bunu. Endişesiz yürüyüşlerimin sonunda denize açılan bir sokağa vardım. Varmak istediğim yer burasıydı, yani sanırım öyleydi. İstanbul işte bu şehir, bu sokak… Mutsuz insanların keşmekeşiydi ve sen, fotoğraflarında ne kadar güzel gösterebilirsen o kadar dinerdi acı. Paylaştığın yerlerde ufak bir övgüyle çınlardın kulakta; bir saniyelik mutluluk, mutluluk dilencisinin kalbini dindirirdi. Bundandır her köşede kovalardım küçük bir kediyi, denize açılan her sokakta gün batımını, turuncu bulutları arardım. Ne acı, kendini mutlu etmek için başkasından dilenmek tutkuyu; ne acı, sevdiğin şeylerin mühim olması için bir başkasının dudaklarının arasında olmak. Aklımızla acizleştiğimizi düşündüm gün boyu, en güzel gün batımını kovalarken ve renklerini beğenmezken bunu düşündüm. Ayaklarımı zorla sürüyerek, birkaç daveti reddederek sürüklendim eve… Sonra düşünmedim, değişmeyen hiçbir şeyi düşünmedim. Sadece… Yarın hava nasıl olacak acaba?