Yunan mitolojisinde mutluluğa dair bir hikâyeye göre tanrılar, insanlar mutluluğu arasın ve böylece kıymetli olsun diye onu saklamaya karar verirler. Biri der ki "Göklerin en uzağına saklayalım." Diğeri, "Denizin en dibine..." Öbürü, "Ormanın en kuytusuna saklayalım.” diye bildirir.
Sonunda biri der ki "İçlerine saklayalım. Oraya bakmak akıllarına gelmez."
Yaradılışla ilgili tüm mit ve dinlerde anlatıldığı üzere Adem ile Havva’nın hikâyesiyle aktarılmıştır aslında yaşam amacımız, arayışımız.
Yılan, kadına meyveyi yerse Tanrı'nın ölmesine izin vermeyeceğine, gözlerinin açılacağına, iyiyi ve kötüyü bilerek Tanrı gibi olacağına dair güvence verir. Kadın, ilim ağacının meyvesinin göze hoş geldiğini ve -meyveyi yiyerek- gerçekleri bilecek olduğunu görür!
Kadın meyveyi yer ve birazını erkeğe verir.
…
Demek ki yaşama amacımız “bilmek.”
Sadece beden değiliz, duygularımız düşüncelerimiz var ve onlara göre hareket ediyoruz.
Ama zihin de değiliz, yoksa küçücük bir kediden korkmazdık bu cüsseyle!
Bu kadar olmadığımızı “bilen,” yani “bilinç” miyiz peki?
Bilinç; insanın kendisini, çevresini ve olup biteni tanıma, algılama, kavrama, fark etme yetisidir. Yani “Bilinç, kişiyi kişi yapan şeydir."
Bilinçlenmek için önce “nefes”i fark edip
Zekâ ve kurnazlıkla değil, içtenlik ve ciddiyetle ulaşılabilen bir hâlde Tanrı’nın ya da dünyada bir hâkimin hüküm vermediği, “ilahi bir lütuf” ya da “ceza” olmadan kişinin kendini yargısızca değerlendirmesi gerekir.
Durması, düşünmesi anlaması gerekir!
Kim olduğunu fark edip uyanmak için ilk şart bu!
Yoksa anne baba kopyası, dayı teyze taklidi, öğretmen hakim özentisi olarak geçip gidiyor ömür.
Çabalayalım,
Yaranmak için sadece Yaradan'a,
yer almak için sadece dünyaya.
Mutluluğu nereye saklamıştı sahi Tanrı?
Bir bakın derim ben!