Limanlarda heybetli gemiler gibiydim; direklerini alabildiğine gökyüzüne uzatmış ve dalgın sular üstünde ne de kayıtsız. Göğün oğlu yağmurdum belki; dağlara, şehirlere, kimsesiz sokaklara düşmekte ve her biri birbirinden ayrık. Veya, veya asılsız bir haberdim, hani şu bütünü ile uydurulduğu halde televizyon kanallarına sürülmekte hiçbir sakınca gözetilmeyen. Belki gece yarıları birini düşünüyor, bir kadeh Armagnac içiyordum -Armagnac demek, yirmi beş damla gözyaşı demekmiş, öyle yazıyor Attila İlhan- ve yazdıklarımın hiçbiriydim. Yaşadığımı ve olduğumu iddia ettiğim her şey kafamda kurgulayıp yazıya döktüğüm yalanlardan ibaretti.


Baharın ilk günü gökyüzüne kümecikler halinde bulut serilmiş, güneş, cilveli bakışlarıyla boğazın sularında raks ediyordu. Ben ise arkadaşımla buluşmayı bahane edip bir yerlere kaçmakta herhangi bir sakınca görmüyordum. Saat altı civarı evden çıktım. Önce bir sigara yakıp nereye gitmek istediğimi düşünmeye başladım. Bu güzelim havalarda evimin iki adım altında bulunan Bebek, hayli kalabalık olurdu. Kampüslerden birine girmeyi düşünsem, yüz hatlarını ezberime kazıdığım insan çehreleriyle doluydu kampüsler. Beşiktaş, Kadıköy, Taksim, Eminönü, Karaköy ve daha birçoğu kalabalık bir şaka gibi beynimin içinde dolandı, onları da eledim. İyisi mi buradan Emirgan’a kadar yürüyeyim, oradan vapurla Kanlıca'ya geçerim, dedim. Doğru, Kanlıca da bu güzelim günde tıklım tıklım olurdu fakat Mihrabad Korusu nedeni bilinmez bir şekilde tenhaydı.


Ben böyle dalgın düşüncelerle yoluma devam ederken saçlarını beline dek uzatmış bir kızcağız yolumu kesti. Saatin kaç olduğunu sordu. Şaşılacak şey doğrusu, yirmi birinci yüzyılın en modern icadı cep telefonlarının, bedenlerin bir parçası gibi taşındığı yeni zamanda birine saati sormak. Düpedüz biriyle konuşma çabası bu, diye düşündüm. Bilmediğimi söyledim. Doğru ya, cebimden bir hamlede telefonumu çıkarabilir, bakıp saatin kaç olduğunu söyleyebilirdim. Yine de yalan söylemiş sayılmazdım. Bilmiyordum. Cebimdeki bilinmezliğe bakıp, beynimin gri hücrelerinde bu bilgiyi işlemediğim sürece de öğrenmeyecektim. Bazen olağan her duruma karşı böyle bir tavrın geçerli olduğu düşüncesine kapılıyorum. En basit bilgiyi dahi rahatlıkla öğrenebilecek olmamız, onları bildiğimiz anlamına gelmezdi. Veya vaktiyle bildiğim bir bilgiyi şu an da biliyor olmam her zaman olağan değildi. Bir vakit önce bildiğim saati şu an bilmemem gibiydi hepsi.


Birazdan 43R, 559C ve daha kodunu hatırlayamadığım nice otobüs önümden geçecek, hiçbirine aldırış etmeden yoluma devam edecektim. Emirgan’a buradan geçen otobüslerle varamazsınız.


Önce bir nefeste Güney’e indim, sonra Aşiyan yokuşunu geçtim, yorulmuştum. Haklıydım, Bebek ana baba günü gibi kalabalıktı. İnsanlar sokaklara, binalara sığmıyor, araba yolları dahi çarpıldı çarpılacak yayalarla doluydu. Hele şu koşu güzergâhı… Aman Allah’ım! Bu nasıl bir kalabalıktır! Gerçekten bu kadar insanın hiçbir işi olmaz mı, aklım almıyor. İnsanların saçları, şapkaları, taşıdıkları çantalar ve ıvır zıvırlar, hepsi, ama hepsi şu güzelim Anadolu manzarasını kapatıyordu. Sinirlendim, neden bilmem. Sanki ben de uzun cüssemle bir başkasının manzarasını kapatmıyordum. Bazı şeylerin de böyle olduğuna karar verdim. Tanrı'm, bugün bana ne kadar da çok şey öğretiyorsunuz! Mesela, büyük bir kuyruğun sonuna durmuşsunuz. Hayır, hayır! Siz değil canım, benim gibi insanlardan bahsediyorum. Büyük bir kuyruğun sonuna durmuşuz, hem de şu güzelim havada, canınız zaten sıkkın. Üçerli beşerli gruplar hemen arkanızdaki lavukları çağırarak ön sıralara kaynak yapıyorlar. Biraz düşünürseniz fark edeceksiniz ki, siz kaynak yapılmasına değil sizi çağıran birinin olmamasına sinirlisiniz.


Bu ve buna benzer binbir düşünce içinde yoluma devam ederken Balta Limanı'nı çoktan arkamda bıraktığımı fark ettim. İşte, iki adım daha sonra Emirgan İskelesi'ndeyim.


Vapurun kalkmasına beş dakika var. Uzaktaki, yürümeye mecali kalmamış bastonlu ihtiyarın vapuru kaçırmasına ise altı dakika. Bu cümlede ise yirmi dokuz harf var. Ben böyle kısıtlı zamanlarda aklımı Türkçeyle ve anlamsız sayılarla bozarım. 1955 sayısını aklıma takarım mesela. Ne olmuştu o tarihte? İstanbul’da halk Gayrimüslimlerin evlerini, dükkanlarını yağmalamış, hatta gücü yeten kansız herifler cinayetlere imza atmıştı. Dahası, Vietnam’da iç savaş başlamış, Panama devlet başkanı Jose Antonio Remon suikasta kurban gitmişti. Ama iyi şeyler de oldu canım. Türkiye’de ilk defa anneler günü kutlandı örneğin. Hayır, çok fazla anlam yükledim bu aptal sayıya. Belki gelirken gördüğüm herhangi bir arabanın plakasına aitti.


Vapurun iskeleye yanaşması ile yolcu akınına uğraması bir oldu. Bu ufak çaplı kargaşada bir teyze neredeyse yere düşecekti. Otuz saniye bekleseniz ölür müsünüz efendiler? Bırakın teyze sakince geçsin, önce güzelce etrafına bakınsın, sonra gözüne kestirdiği en güzel yere otursun değil mi? Neticede -doğru saydıysam şayet- bu vapur hepimize yeter.


Hepimize yetecek yer olmasını niceliklere vurduğumda gayet makul geliyordu ki, sayıları canım istediğince sıfat yapamayacağımı fark ettim. Köşede tek başına oturmuş yirmili yaşlarının ortasında, solgun yüzlü hanımefendinin içinde vapura sığmayacak kadar çok insan olduğunu, bundan dolayı da içinde bir yer edinemediğini düşündüm. Kim bilir, neler yaşadı şu kısacık ömründe. Belki üniversiteden mezun olunca diplomalı bir işsiz olduğunu fark etti, belki bir ölüm haberi duymuştu yakın zamanda, memleket meseleleri düşündüğünü zannetmiyorum, çünkü o kadar salak toplasan üç beş kişi varızdır. Belki de bunların hepsinin uzağında, sadece normal gününde değildi. Olur ya, hiçbir şey yapmak istemez bazen canımız, yüzümüze soğuk hayalet damgası vurulmuş gibidir ve dangalağın biri gelip sıkkınlığınızı saçma sapan sebeplere yorar. Tüm bu düşüncelerle karışık, kendimi hanımefendinin karşısına oturmuş buldum.


Tam denizin mavinin hangi tonunda olduğunu bulacakken Kanlıca'ya vardık. Beş dakika sürüyormuş. Tanrı'm, neden bu kadar kısa yarattın şu iki kıtanın arasını? Bir çay sipariş etmiş olsaydım, bitirememiştim henüz.


Kanlıca tam da tahmin ettiğim gibi tıklım tıklım. Deniz kenarı kafelerden birine geçip yine deniz kenarına oturmaya çalışırsanız, eminim ki yer bulamazsınız. İnsanların işi gücü yokmuş gibi ta buralara kadar yoğurt yemeye gelmesi de kanıma dokunuyor doğrusu. Bir insan kendini bu kadar boşlukta ve sığ görmemeli hiçbir zaman. Altı üstü yoğurt yahu!


İzmir’de tanıştığım bir emekli polis her zaman ısrarcı olmanın kötü sonuçlarından bahsetmişti. Birden aklıma gelen diğer düşünceler gibi buna da hak verip kalabalığa rağmen bir banka oturdum. Yanımda yetmiş yaşlarında, hafif kirli sakallı, Üsküdarlı olduğu her halinden belli bir herif. Ah, ne kadar da kabayım; oturmadan önce ona sormam gerekirdi. Belki bir beklediği vardı. Veya o da benim gibi kalabalıktan sıkılmış, belki tanıdığı bir emekli polisin lafına hak verip, kalabalık içinde bir yalnızlık yaratmak istemişti. Adamdan bu kaba davranışım için hemen özür diledim. Cevap vermedi. “Diyorum ki, yanınıza oturarak size rahatsızlık verdim bey amca. Özür dilerim.” Şuna bak, hiç buralı olmuyor. Özrümü içimden geri alıyorum. Şimdi küstah bir sigara yakıp, dumanı için özür dilemeyeceğim. Bu kararlılığım öksürdüğü ilk dumanıma kadar devam ediyor. Sonrasında zafer sarhoşu bir asker gibi -verdiğim savaştan gurur duymasam da- kalkıp yoluma devam ediyorum.


Köşe başlarında sarılı siyahlı köpek sürüleri pusu kurmuş, eli poşetli insanlara, hızlı geçen arabalara, motorlara, bazen de köşe başlarından çekilip limandan vapurlara kadar havlıyorlar. Bugün kalabalıktan sıkılmış olacaklar ki gelene geçene havlıyor ayırt etmeden vicdansızlar. Yanlarından başımı eğip usul usul geçtim, ses çıkaran eden yok. Adamdan saymadılar herhalde beni. Saati söyleseydim ve yaşlı adamcağızı rahatsız etmeseydim sayarlardı herhalde. Aptal herif, iki güzel hava görünce nasıl role girip, içinde savaşlar kuruyorsun. Tanrı'm, umarım bu riyakarlığım için beni affedersiniz. Çıt yok gökyüzünden. “Ne bekliyorsam zaten. Hoş, etmeseniz de olur!”


Ne bitmek bilmez yokuşmuş bu Mihrabad Korusu yokuşu. İstanbul’da yokuş görmedim desem, değil. Ama bir başka acıtıyor dizlerimi, ayak tabanlarımdan kanlar boşalıyor gibi hissediyorum. Vücudumun bana ait olmadığını düşünmek, aitlik zerresini unutup yoluma devam etmek iyi gelir herhalde diyerek, devam ediyorum korunun girişine doğru.


İşte, bu vakitler sizinle tanıştığım vakitlere denk düşer Muzaffer Bey. Sizinle tanışacağımı bilseydim ağlanıp sızlanır mıydım bu iki adımlık yokuştan. Vapurdan, insanlardan, genç kızdan ve ihtiyardan bahseder miydim konuşacak bir şey yokmuşçasına. İşte oradasınız. Şu güzelim manzarayı dahi görmeyen yegâne bankta tek başınıza oturmuş, bir dergi paçavrası okuyorsunuz. On dokuzuncu sayının elli beşinci sayfası. İşte o aptal sayı, 1955… Şiirimin yayınlandığı bir dergi paçavrası… Siz benim şiir yazdığımı bilmezsiniz ki. Doğru söyleyin, kim söyledi size şair olduğumu? Kuşlar mı? Yoksa köşe başlarında soluksuz havlayan köpek sürüleri mi? Bıraksanıza Allah aşkına! Adamdan saymadılar beni zaten, bir de onların sözüne güvenip şiirimi mi okuyorsunuz? Hem ben onu yazarken özen göstermemiştim ki; isteseydim daha iyisini yazardım, size yemin ederim.


Başınızı kaldırıp ter içinde kalmış suratıma baktınız. Hayır, siz benim kim olduğumu bilmiyorsunuz. Bilseydiniz bir selam vermeyi çok görmezdiniz herhalde. Oh be, köpeklerin sözüne inanmamışsınız. Yine de Allah sizi inandırsın, alınmadım dersem yalan olur. Nasıl olur da okuduğunuzu kimin yazdığını bilmezsiniz! Normal bir günüm olsaydı gösterirdim ben size gününüzü de yorgunluğuma ve şu güzel havaya veriyorum.


-Merhaba, rahatsız etmiyorumdur umarım. Beklediğiniz birileri yoksa oturabilir miyim?

Tek kelime etmeden çantanızı alıp bir kişilik boşluk açıyorsunuz bana.


-Ben var ya…

-Ee?

-Şu okuduğunuz şiiri ben yazdım.


İnanmadınız herhalde benim yazdığıma. Yoksa tek kelime etmeden yüzüme aval aval bakar mıydınız! Ama siz de haksız sayılmazsınız. Sayfanın dört bir yanına ben oyum, ben şuyum, küçük dağları ben yarattım küstahlığı dağılmış. Bir de utanmadan “ben ki yalandan ibaretim” diye bitiriyor şiirini yalancı herif. Dürüstlüğünüz için sizi takdir ediyorum Muzaffer Bey. Ben olsam ben de konuşmazdım kendimle.