Eskiden seni sevmek, şu dönemeci de aşınca denizi görmek gibiydi. Eskiden gecenin bir yarısı sana mesaj atıp “Sütünü içtin mi?” demek, senin dostça tebessüm ettiğini bilmekti. Şimdi sana merhaba demek bile, senin o doyumsuz ve sıkılgan hislerinin samimiyetsizliğine bir kat atmaktan farksız. Çünkü artık sana merhaba demek; her cevabı soğukluk ve mesafeli bir duruştan ibaret, dost olmayı bile beceremeyen çocuğa diş sıkmak gibi.


Ama yine de gözünün içine bakıp "Nasılsın?" demek isterdim. Ama artık gözlerinin içi yok. Bir zamanlar içinde kaybolduğum göz bebeğinin karası artık benim ezberim değil. Görüyorum ki sen çok büyük adam olmuşsun. Sen bir ormana kral olmuşsun. Ama sen çiçekleri unutmuşsun. Ama sen tahtında zafer sarhoşu, aymazlık içinde otururken bir su kıyısında, çürük bir iskelede elimi nasıl tutacağını unutmuşsun. Bu yüzden ben de artık senin ağaçlarındaki yosun tutmuş kovukların uçmayı öğrenememiş kuşu değilim. Ben, belki gelirsin diye o su kıyısına her gün inen bir maral da değilim artık. Gördüm ki ben senin ormanının derinliklerindeki virane mağaralarda bile yer bulamamıştım kendime.


Bunları geç diyorsun, geç geç geç, benle derdin ne? Derdim yok. Çünkü sen artık benim tanıdığım hiçbir şey değilsin ve ben senin göğüne, gölüne hasret değilim. Sadece diyorum ki ben kendimden gayrı herkese şifa bir merhemim; ama sen kalbinin daha önce görmediğim yerlerini başka bir bıçak deştiğinde, iyi geleyim diye bana yaranı açma.


Lütuf değil, dostluk değil, muhabbet hiç değil. Ama olur da bir gün soranın kalmazsa, bana söyle. Söyle, nasılsın?