Uzun zaman sonra ilk defa göğe bakmıştı. Phasis’in sularının bile bu kadar berrak ve bu kadar mavi olmadığına yemin edebilirdi. Ancak yirmi bir yıl geçen tutsak günlerin ardından yemin etmeye bile çekiniyordu. Göz retinasına sarı ışınlarıyla saldıran güneşi umursamıyordu bile. Göğe bakmaya devam etti. Yalnızca gökyüzüne biraz daha bakabilmek için iki gözünü de hiç düşünmeden armağan edebilirdi güneş anaya.


Hava kararıncaya dek Tanrı’nın elinde tuttuğu bu mavilik yığınını seyretti. Kim bilebilirdi ki basit bir gökyüzünün bu kadar değerli ve bu kadar bakmaya doyulası bir tablo olduğunu? Kim bilebilirdi onca senenin ardından kulağına gelen ilk martı seslerinin en hatırı sayılır konçertolardan daha uyumlu senkronize olabileceğini ve en sevdiği bestekâr olan Brahms’ın 3. Senfoni'sinden bile daha hoş bir eser gibi geleceğini? Kim bilebilirdi ki günde 15 saat çalışan bir çiftçinin yetiştirdiği yumuşak ve küçük bir kasabayı battaniye gibi örten, hiç ayak basılmamış karlar kadar beyaz bir pamuğa benzer bulutların ona çizdiği karakterlerden, adına hayat denilebilirse hayatı boyunca seyrettiği en anlamlı ve en hoş film olabileceğini? Fakat tutsak günlerinde kendini öldürmeyi ruhuyla romantize edebilen bir adam için bunlar bir o kadar da basitti.


Yine de hiç kimse, tıpkı onun gibi yirmi bir sene hayatını tutsaklık içerisinde geçirmemiş hiç kimse, bunların anlamını onun kadar bilemezdi; bilemedi...


Denis, gökyüzüne son bir kez daha baktı. Kar beyaz bulutların, soprano martıların ve kendi annesine bakarmışçasına baktığı güneşin yerini parıldayan, karanlık bir sema almıştı... Yorgun bacakları bedenini taşıyabilseydi annesinin tekrar doğmasını izleyebilirdi. Kendisini her akşam terk ettiği güneşi bu kez o terk edecekti. Uzunca bir süre yürüdükten sonra rıhtımın köşesinden döndü. Sokaklar, kızarmış yağ ve portakal çiçekleri kokuyordu. Işıklarla donanmış teraslarda insanlar çene çalıyorlardı.

O da keman sesleri eşliğinde şöyle soğuk bir bira içecekti. Elleriyle, gözleriyle, tüm bedeniyle susamıştı bunlara.

Yürüdüğü sokağın köşesindeki vitrinde, babasından kalma antika bavuluyla aynı renk olan bordo papyonlu smokin dikkatini çekti. Eğer bu takımı 20'li yaşlarındayken görseydi Nastasya'nın onu smokinin içinde ne kadar çekici bulacağını hayal edip cebindeki tüm rubleyi dükkana sayardı. İçinde hala 21 yıl boyunca onu rüyalarında ziyaret eden ancak beyaz ojeli, oval tırnaklı narin ellerini tutamadığı Nastasya'nın özlemi vardı. Şehre o kadar yabancılaşmıştı ki işportacıların ani çağırışlarından ürküyordu. Bir sigara yaktı ve ışıltılı şehri büyük bir zevkle seyretmeye devam etti. 

Bu keyfi en son 16 yaşlarındayken yüzünü hayal meyal hatırladığı babasıyla çıktığı uzun tren yolculuğunda yaşamıştı. 

Biten sigarasının izmaritini, gençliğinde Nastasya'nın çalıştığı ve sadece gözlerini alamadığı gülüşünü, aynı zamanda yavru kedilerin başını okşayışını seyredebilmek için günler boyunca gittiği birahanede oturan, muhtemelen 30'lu yaşlarında çekik mavi gözlü ve teniyle hemen hemen aynı renk olan inci kolyeli kadından rica ederek kadının masasındaki küllüğe söndürdü ve evine doğru yürümeye başladı. Yaklaşık 5 mil yürüdükten sonra, Nastasya ile beraber duvarına kocaman bir kelebek çizdiği ve babasından okkalı bir tokat yediği evinin önünde durdu. Nastasya'ya göre morun en güzel tonu olan violet tonuyla kanadının bir kısmı boyanmış fakat yıllarla beraber aşınan duvarda renk değiştirmiş olan kelebeğe uzunca baktı. Koca bir iç çekip sağlamlığına fazla güvenmediği ahşap merdiven basamaklarından vücudunun ağırlığının bir kısmını vererek çıkmaya başladı. Ortalık buz gibiydi. Yıllar boyunca hücresinde soluduğu yoğun rutubet kokusu, hissettiği tüm güzel 

duyguları boğarak öldürdü. Koyu ahşap kapının üzerindeki paslı demir tokmağı tam üç kez vurdu ve kapı gıcırdayarak aralandı. Aralık kapıdan burnuna gelen bu tanıdık parfüm kokusu, rutubet kokusuyla savaştı ve onu mağlup etti. 


Gıcırtı sesleri artarak kapı açıldı. Gördüğü manzara karşısında yıllardır özgür kalmayı bekleyen gözyaşları, özgür kaldılar.




Devamı gelecek...