Kuşluk vakti neredeyse çıkmak üzereydi. Az sonra iki genç gelecek, kıraathanedeki yerlerini alacaklardı. Tabiatın kaidesi gibi bir şeydi bu. Her gün tam kuşluk vaktinin çıktığı saatlerde gelirler, kıraathane sahibi Hasan Usta'dan iki Türk kahvesi rica ederlerdi. İki gençten henüz sakalları bitmeye başlamış olanı orta, heybetli görünüşü ile nazarları üzerinde toplayan diğer genç ise sade olsun usta, derdi. Bu iki genç, kıraathanenin müdavimiydi.


Her gün aynı vakitlerde uğrarlardı buraya. Saatleri hiç şaşmazdı. Öyle ki Hasan Usta, zaman kavramını bu iki gencin kıraathaneye ayak basmaları üzerine kurmuştu. Hasan Usta, kahveleri pişirdiği ocağa bir yandan bir iki odun atıyor, bir yandan da cümle kapısını gözlüyordu. Ocaktaki közün narı henüz sönmüş değildi. Her gün mekanın ziyaretçilerine, isteğe göre çeşit çeşit kahveler pişirdiği emektar cezvesini tezgahının üzerine koydu. Biraz sonra içeriye o iki genç girdi. Hasan Usta gençleri isimleriyle buyur etti. "Hoş gelmişsin Osman ağabey. Hoş gelmişsin Selim ağabey." Osman ve Selim aynı medresede ders gören iki refik idi. Yaşça genç olan Osman idi ancak zekasını, gayretini ve azmini gören muallimi onun Selim ile ders görmesini uygun görmüştü.


Gençler selama karşılık verdikten sonra yerlerine, ocağın olduğu bölümün önündeki şark köşesine, karşılıklı oturdular. Bilhassa burada otururlardı, şark köşesinin bulunduğu duvarı süsleyen işlemeler Selim'i cezbederdi. Her baktığında refikine "Sanat azizim, sanat bir başkadır." derdi. Selim koltuk altında tuttuğu satranç takımını açtı. Piyonlar, atlar, kaleler, filler.... Hepsini tek tek yerli yerine dizdi. Hasan Usta, az önce odun attığı ocağın narlı ateşine cezvesini yerleştirdi. Oyuna başlarken Selim "Hasan Usta, malûmdur." deyiverdi. Hasan Usta bunun manasını pekala bilir, bu "Her zamanki gibi kahveler, biliyorsun." demenin kısa şekliydi, Hasan Usta da "Eyvallah." deyiverdi. Kahveler közle buluştu ve bugünkü sohbetin bahsini bu defa Osman açıverdi.


Bu bir ritüel, bir ayin idi ikisi nazarında. Her oyunu mutlak suretle bir konu üzerine sohbet ederek sürdürürlerdi, ta ki mat olana değin. İşte tam da burada kulak kesilirdim onlara. Sohbetlerinin esrarlı dinleyicisi olurdum. Onlar sohbetlerine dahil olduğumdan bihaber olurlardı. Gün gün üzerine kelam ettikleri her şeyi işitirdim fakat görmez, bilmezlerdi beni. Nasıl bilsinlerdi ki? Ancak ben bilirdim Osman Bey'in daim bağdaş kurarak oturduğunu, Selim Bey'in divandaki hasır yastığa dirseğini koyarak destek aldığını. Osman'ın aksine otururken sağ bacağını sol bacağının üzerine atarak oturduğunu. Oyun esnasında yüzlerinin aldığı şekillere kadar hepsine şahit olurdum. Bu iki genci temaşa eylerdim işte. Şimdi benim bütün bunları nasıl bildiğimi merak edenleriniz var, onu da biliyorum.

Ben yıllarıdır hep aynı yerde bekleyen, misafirlerini karşılayan bir küçük ibriğim. Pek göze çarpmam, yokluğum fark dahi edilmez belki. Ancak oradayım işte. Vakit girmek üzere. Birazdan Molla Kasım Efendi'nin avazı dolduracak burayı. Oyunda mat olan Osman, koltuğunun altına aldı yine satranç takımını. Fakat yenilen pehlivan güreşe doymaz demiş atalar, Osman vazgeçecekmiş gibi gözükmüyor. Selim bana doğru bir hamle yapıyor. Parmaklarıyla kulpumu kavrıyor, kahveler için teşekkür ediyorlar Hasan Usta'ya. "Ziyade Olsun." diyor Osman. Birlikte namaz için caminin yolunu tutuyoruz.