kırık dalgaların hınçla dövüştüğü

akarken etinden kumsalların

vedaları boğan derin suların

kavradım belini


bir gün ışığı vardı bizim burada

küçük bir çocuktu

boğuldu vaktin akışında

ta en başında

ıslak ayaklarıma yapışmış

iskeleden sarkan uğursuz rüzgarları

kustum geceler boyu

kustum ama

ne haziranlar kaldı sakladığım

ne de daha günün dördünde

bir çiçek gibi sevgilim

saçını kokladığım


serin nefesin avuçlarımın eski yollarına

kazınan şiirlerin geçmişini

tozlu akşamlarını ve inatla

dizlerimdeki yaraların sızısını

alıp giderdi


kavgaların en hası

talihsiz zamanların üstümüze çöken

hani şu asla ama asla

kavuşamadığımız kavuşmaların

uzaklığına yürüyüşümüzdü

sırtımda beyaz bir leke kaldı

o sahi kavgaların kanlı soluklarından

gövdemde beton zırh

atımın omuzlarında kesikler

yanı başımda boynu düşen bir muvazzaf

gökte bir orman gibi sivri çubuklar

binlerin deşilmiş yetim yuvaları

derken ölüm öptü dudaklarımdan

sokuldum boynuna

en hasıydı savaşların


bembeyazdı

topraktı

biçimsiz bir düştü umut ettiğim

dizlerime inen siste ötüşüydü baykuşun

gözleriydi gizlediğim kendimi

aramıza uzanmış iki karanlık gölgeydi

ömrümün üçte biriydi

yazdığım mektuplarım


manasını yitiren tüm acıların

ağrısı kaldı satırlarda

sakalıma sinmiş küfürler

yüzümde zamanın bıçak izleri

iyi ki doğdun diyebilmek için

gökteki tüle

akmer'e

ölüm mü gerekli?


gölgenin soğuk, demirden eli

karartıp aklı güne dokundu

şu kırık kaldırımda yetişen kan

cephede yılgın kurşun

bir de kuşkuların kuytusu

hepsi perdenin yanında durdu

hepsi şimdi


başka bir eylülden

görüyor baykuşun gözlerini

eğip başımı saklanıyorum


çünkü çilesi haziranın

bitmedi

.

.

.