Bir akşamüstü aldım yanıma kahvemi, hem yürümeye hem de gökyüzünün de izni olursa yazmaya çıktım. Bir sözle şiirimi başlatacakken tam o şiirin daha önce yazıldığını anımsadım.

Nâzım Hikmet'in "Ben İçeri Düştüğümden Beri" şiirinden

"Şimdi on yaşına bastı,

ben içeri düştüğüm sene,

ana rahmine düşen çocuklar" bölümü. Bunun şaşkınlığı içindeyken, 1 ay önce söyleşisine gittiğim Ataol Behramoğlu'nun bir cümlesi geldi mıh gibi çöktü içime "Eskiden şairlere, yazarlara şunu sorarlardı: Bu edebiyat dünyasında neyi eksik buldun da yazıyorsun?"

İkisi yekpareleşti bu deneme olarak peyda oldu, evvela Ataol Behramoğlu'nun sorusuna kendimce cevap aramaya girişeceğim, girişeceğim girişmesine de ne mümkün bir cevap bulmak, her şey tamdı sanki, niye yazıyordum o zaman?Duygular mı? Nice şair yazdı. Hisler mi? İç karmaşamı istemeyeceğim kadar alternatif sundu bana bu dünya. Neden yazıyordum?

Kendim için, tamamıyla kendim, ruhum doymak bilmeyen bir bebekti ve sözcükler anne sütü. Alabildiğine büyük bir açlıkla yazıyor ve katiyen doymak bilmiyordum, aynı hisleri paylaştığım yazarlar benden önce davranıyorlardı bazen. Nâzım Hikmet'in bu şiiri gibi mükemmelikle çıkıyorlardı ortaya. Belki aynı dönemde de olsak aynı hisler farklı tezahür ederdi, belkisi fazla mutlak öyle olurdu. Her ne kadar dıştan aynı kılıfta görünsek de, her birimiz öyle farklı algılıyoruz ki dünyayı. Hepimizin gördüğü gökyüzü bile aynı değil, kim bilir kaç mavi tonu kaç gözde farklı beliriyor. Hasılı yazmak mücadele değildi, savaş hiç değil. Hiçbir şeyin kıyısındakiydi, ulaştım ulaşamadım derken ömür geçiyordu ve edebiyat dünyasında eksik bir şey yoktu. Fazlasını törpülemeye çalışıyordum ben, damıtıyor, yeniden var ediyordum kendimce...