“Her insan kendi cehennemini kendi yaratırmış. Ne saçma! İnsan kendine bu kadar acıyı nasıl yama yapar? Ensesindeki kışın soğuk nefesi adımlarını ilerletirken, sevdiğinin ıhlamur kokulu saçlarında hayat bulurken hatta kardelenler huzurun en olmadık yerinde açarken bile bu aciz bedenini nasıl sevebilir?” Her adım atışımda ruhum kalbimi biraz daha sıkıştırıyordu. Daha fazla dayanamayan yorgun bedenim soğuk duvara doğru bıraktı kendini. Yokluğun yalnız merdivenlerinde masalımın son mısralarını karaladım bir süre. Ellerim öyle sıkıyordu ki işe yaramaz kalbimi, adeta kaçmasından korkar gibi. Gözlerim yanıyor, dudaklarım titriyor, nefesim bilinmezliğin verdiği telaş kokuyordu. Ezilmiş topraktan farkım yoktu. Çamurlaşmış, çatlamış, kirli, arındırılması güç bir topraktan. Ağlasam, belki geçerdi çoğu şey ama ağlasam, haykırsam ihanet edecektim kendime. Sustum. Susmak, hiç bu kadar zor olmamıştı belki ama yine de sustum. Ömürlük suskunluğum beni yoklasa da, titreyen dudaklarıma oklar saplansa da, canım yansa da; sustum. Bedenimi saran iki bez parçası bile ağır gelmeye başlamıştı. Taşıyamıyordum. Birçok şey gibi. Betonun soğukluğu ayaklarımı uyuşturmuş, yakmaya başlamıştı. Bol ellerinde yetememenin korkusu, tek hecelik ayrılıklar bedenimi titreten. Tarifi, anlatması, anlaması zor. Gece yarışlarının sahile vurması, acılarımın saçlarını okşamam gibi ya da belki... Bilmiyorum. Bedenimi ele geçiren uyuşma hissi geçince aksak adımlarla merdivenlere doğru ilerledim. Yüzümde bin yılın acısını çekmiş bir evsiz gülümsemesi, düşüncelerim sarsak ve biraz inatçı. Ah! Belki de olmayan mutluluklarım masa altlarında. Ahşap kaplamayı delen gözyaşlarımı mı yoksa bileklerimden akan zaman mı? İçime içime yanıyordum. Nefesim bedenimi son sözüm gibi terk ediyordu. Hissedilemeyecek birkaç acı ama mutluluk bahsi geçen. Benliğimde filizlenen keder tohumları bu topraklara nasıl deprem olmuyor? İnsana bunu yapan kuru toprağa neler yapmaz ki? Haklılar bir yerde. Boğazımdaki çatlaklar canımı yakıyor. Sözcüklerimdeki yaşı mendillerim söylemiyordu. Merdivenin son basamağında yine ayrılıklar gördüm. Gelemeyen gidemeyen sevginin ezilişini, ruhumun asılacağı ipin gökyüzünden salınışını gördüm. Çaresizliğin gülen yüzünü gördüm. Bu ilk defa çaresizliği görüşüm değil. Seni seviyorum diyememenin, yokluğun uzunca bir süre kalbini kurcaladığındaki, iyi değilimlerin ömrünü sıkı sıkı sarmalamasındaki çaresizliği bu. Başımı iki yana sallayıp bir süre kendime dönmemi bekledim. Camdan yansıyan sarı ışık gözlerimi kamaştırınca başımı yere eğdim. Gözüm, nasır tutmuş ellerime kaydı. İki yabancı gibi. Hani şöyle derler ya “Bir insanın acı çekip çekmediğini anlamanın üç yolu vardır: 1- Yüzündeki umutsuz tebessümünden 2- Ayaklarındaki çatlamış deriden ve 3- Ellerindeki nasır tutmuş deriden." Eller, yalnızlık nedir bilirler. Birlikte ama bir o kadar yalnız. 100 yıllık eski ahşap kapımızı araladığımda gördüm. Ayrılık mevsimi gelmiş, ilkbaharıma gelen kışlar kadar erken gelmiş hem de. Çalıların arkasında saklanan kendime baktım. 5 yaşındayım. Ellerimde cam kırıkları, üstünde annemin pembeye çalan kanı. Saçlarım her zamanki asiliğiyle göğe yükseliyor, el görmesi kazağımın kollarını çekiştiriyorum. Kendimi bekliyorum. Ayağım yine çıplak ama düşünüyorum da. Annemin sarı karanfillerine doğru ilerledim. Yazın kavurucu sıcaklarında dikerdi hep. En garibi ise solacaklarını bilmesine rağmen dikmesiydi. Kendinden kaçmanın bir yolunu bulmuştu. Bu, asırlık açısının saniyelik duraksamasıydı. O zamanlar çok kafa yordum. Neden seviyordu bu karanfilleri? Belki de bahçenin ardını ya da iyi insanların gerçekten var olup olmadığını merak ederdi. Daha iyi yarınlara ısıtırdı bedenini. Her gece göğünde yıldızları beklerdi. Bir ümit, kırgınlığının kokusunu almasını beklerdi gelecek günlerin. Annemin karanfillerinin yanına attım kendimi. Burnumu karanfillerin arasında gezdirdim. Annemin pamuk su yumuşaklığını aradım. Kokusunu, gülüşünü, sarılışını, yıldızlarını aradım. Bu annemi ilk arayışım değildi. Kader kötü başlarsa iyi bitmiyor ya hani; ben, onu beklerken o yıldızları bekledi. Bir gün doğmadı göğünde yıldız. Keşfedilmesi gereken mutluluklar var. Saydam insanların acımasız hayatlarında yeşeren yarım kalmış hayatlar var. Her özrün sonunda duyulan pişmanlığın sahte olmadığı bir dünya var. O var, bu var, şu var. Ben yokum. Ömrüm boyunca bu yalanlara inandırdım kendimi. Güneşi görmesem hala inanmaya devam edecektim. Güneşi, son sahnemde gördüm. Köle ölür. Kimse bilmez, kimse duymaz. Istırap ve acı kokan son nefesi buhar olur ve güneşe dönüşür. Ömrünü hatırlatmakla harcar. Kaç güneşin daha ölümünü görürüm bilmiyorum. Bir kadın sevdalıyım bilmiyorum. İki kuruş paramı ortaya koyup kumar oynar mıyım bilmiyorum. İnsan kiri biri olabilir miyim bilmiyorum. Tek ömrüme Cemal Süreya'nın daha kaç sigarasını sığdırırım bilmiyorum. Affeder miyim bilmiyorum. Sevmek, sevilmek ne demek öğrenir miyim bilmiyorum. Hiçbir şeyi bilmiyorum. Tek bildiğim, yorgun olduğum. Mutluymuş gibi davranmaktan, mutluymuşum gibi görünmekten yoruldum. Hiç acı çekmemiş gibi davranmaktan yoruldum. Yaşadığımı sanmaktan, sönen mumumu tekrar yakmaya çalışmaktan yoruldum. Yoruldum. Her uyuduğumda gerçek olmayacak rüyalar görmeme rağmen her seferinde uymaktan, ağlayamamaktan çok yoruldum. Kalbime çöken ruhların ağırlığını daha fazla taşıyamam. Düşünceler bedenimi istila etmekten vazgeçer mi? Parmaklarımı yakan uyuşma sona erer mi? Alışmak, unutmak, kaybetmek. Tek kelimelik sözler canımı ne zamana kadar yakacak? Bir kuyu değil, okyanusun en dibindeyim. Nasıl nefes alınır kimse öğretmedi bana. Titreyen bedenimi sakinleştirmek adına bir süre tuttum. Bedenim o kadar soğuktu ki Allah’a son defa o zaman dua ettim. Yalvardım. Annem dayanamaz soğuğa, çok üşür onun yerine beni koy dedim. Hani kötülerin duası kabul olurdu? Halbuki bu kaçıncı ölmeyi dileyişimdi. Başımı dizlerine koydum ve sonu gelmeyecek göz yaşlarını serbest bıraktım. Islanmıştım, üşüyordum, yalnızdım ve en kötüsü de ölmeyi bile beceremiyordum. Kimsesizliğimin kollarını omzumda hissettim. Kaçacak tek deliğim de gelmişti işte. Çok yazık etmiştim kendime. O gün de, bugün de, her gün de. Başımı kaldırıp sessizliği kolaçan ettim. Ellerimi ıslak çimenden ayırıp ayağa kalktım. Deli gibi etrafta koşuşturmaya başladım. Deli idim bekli de. Bilmiyorum, emin değilim. Ağaçların arkasına saklanan özgürlüğünü, karanfillerin, arasına gömülmüş huzurumu, kulübenin içinde saklanan çocukluğumu aradım. Yoklardı. İçimden taşan isteği bastırma gereği duymadan, arka bahçeye doğru koştum. Dizlerim titriyordu. Gözlerim ağlamaktan şişmişti. Mutluluğun kapıları sonsuza kadar üstüme örtülmüştü. Ayağıma takılan ümitlerim yüzünden durmaksızın yere düşüyordum. Canım yanıyordu. Canım çok yanıyordu. Her yerimde kesimler, morluklar. Bedenimin harptan çıkmış gibi bir hali vardı. Kulübeye yaklaştıkça sesler duymaya başladım. Soğuk metalin duvara çarpma sesi. Yanık etinin kokusu genzimi yakıyordu. Soluğum kesildi. Sırtıma binen acılar ayağımı yerden kesti. Mutluluğumu, çocukluğumu bulmam gerekiyordu. Az kalmıştı. Uzanıp alamadım. Anılar zihnime bariyer kurmuş geçirmiyordu limanıma. Dondurucunun soğuğunu hatırladı bedenim. Tenimi yakan soğuğunu. Nefes alamayışımın çaresizliğini. Paslı demirin ince derimle buluşması, yalvarışımı hatırladı. Yalnızdı hatıralarım. Allah’a ölmek için yalvarıyordu çocukluğum. Tüm hayallerimin üstünde o adamın gölgesi vardı. Yardıma ihtiyaçları vardı. Beni bekliyorlardı. Gidemedim... Adımlarım ihanet etti bana. Kurtaramadım çocukluğumu. Hepsi benim hatam. Hepsi benim hatam. HEPSİ... BENİM... HATAM... O kadar güçlü çıktı ki yalvarışım, bedenimin her bir hücresi yerinde adeta salındı. Ruhum kanadı. Kanadım. Çocukluğumun her hıçkırığında daha çok ağladım. O an, belki de tek düşündüğüm şey bana sarılmasıydı. O adamın, ona her vuruşunda daha çok parçaladım kendimi. Ellerimde görünmez kelepçeler, yağmur damlaları duvarlar koruyordu aramıza. Hiçbir şey yapamadım. Bu ilk çaresiz kalışım değildi. Çok canım yandı. O adamdan ilk nefret edişim değildi ama ilk defa iliklerime kadar işledi soğuk nefretin. Buyurun işte, korkak. Çaresiz. Kendi çocukluğunu kurtaramayan ahmak adamın tekiydim. Ne bekliyordu ki benden. Onu kurtarma mı? O adamı ellerimle boğmamı falan mı? Ben buyum işte, bu kadarım. Kalktım. Arkama bakmadan, soğuk zeminde hareketsiz yatan çocukluğuna bakmadan yürüdüm. Adımlarım ormanda yankılanıp duvarlarıma çarpıyordu. Kendimi avutacak tek söz söylemedim. Sadece uzaklaşıncaya kadar susturdum düşüncelerimi. Arkama, dünüm; önüm, yarının olacaktı benim. Ben dünümü, bugünümü, yarınımı soğuk zeminde ölüme terk etmiştim. Çocukken yıldızlarını kendim yapardım. Duvarlarıma yapıştırırdım. Tek umudumu, yıldızlarımı arkamda bırakıp gitmiştim. Yolunu bilmeden, kaçak kervanımda tek valizimle yolculuk yapıyordum. Tepedeki dağın arkasında saklanan Ay’a gidiyordum. Karanlıkta o kadar vakit geçirdim ki ay ışığının ne kadar güzel olduğunu unutmuşum. Ay ışığı, annemin gözleri gibi ışıl ışıldı. Annemi ilk arayışım değildi bu. Her bahar öncesinde, kalbim her kırıldığında, gönlüm her hastalandığında aradım onu. Bütün hayatım boyunca onu bekledim. Mutluluğumu, sevincimi, tek umudumu; onun ellerinde, kokusunda aradım. Artık mutluluğu bekleyemem. Tek kurşunluk yüreğimde sayamayacağım kadar çok delik olmuşken, yapamam. Ben mucizelere inanamam. Anne, yokluğun haddinden fazla acıttı. Soğuk yatağıma her girdiğimde senin sıcaklığını aradım. Derin uykulara sürükledi yokluğun beni. Uyanmak istemeyeceğim derin uykulara. O kadar yoktun ki senden başka kimsem yokken kokunu o kadar çok aradım ki sensiz o kadar çok kaldım ki artık dayanacak gücüm kalmadı. Anne, annem. Büyüdüm herhalde artık. Kollarımı iki yana açınca soğuk koridor duvarlarına değdirebiliyorum. Ağladığımda seni aramak yerine bir köşeye çekilip kendime sarılıp ağlayabiliyorum. Kokunun sindiği yastığımda her gece ölmeyi bekleyebiliyorum. Adını eskimeyen deri ciltli defterime yazabiliyorum. Uygun bir dille kalbime hayatın bana yaptıklarını anlatabiliyorum. Mecruh bedenimi yarabandı yerine keşkelerle sarabiliyorum. Ruhum her kapıyı tıklatışında dürbünden bakabiliyorum. En önemlisi ise artık üst raftaki şeker dolu kavanoza ulaşabiliyorum. Anne, ben galiba büyümenin bu kadar acı vereceğini tahmin edemedim. Ruhumu daraltacağını, kalp atışlarını kullanacağını düşünemedim. Olmayan hayatıma yeni yeni kederler kazacağını bilemedim. Ben, galiba hayallerimin bir çırpıda çöpe atılacağını düşünemedim. Tek varlığımın büyüdükçe ellerimden kaydığını göremedim. Oyuncak ayımın büyüdükçe eskiyeceğini, beni bırakıp gitmek isteyeceğini tahmin edemedim. Büyüdükçe, umutlarının ruhunu terk edeceğini bilemedim. Eksilerin artıları yok ettiği gibi kasetlerin beni yok edeceğini, tenimi delen yağmurun elbet kalbime ulaşacağını, ellerimle mezarımı kazarken kendim yerine hayallerimi gideceğimi tahmin edemedim. Ama mutluyum. Çocukluğum arkamdan ağlarken, yüreğimin taşıyamadığı ruhlar tek tek bedenimi ele geçirirken çok mutluyum. Her şeyim var ama hiçbir şeyim yok gibi. Avuçlarım yanıyor, yağmur değmiş canlarından soğutamıyorum. Başımı göğsünde yaslayıp Dünya’nın en güzel şarkısını dinleyemiyorum. Canımın her bir parçası tek tek kırılıyor. Yaşayamadığım her mutluluk vicdanımı durmadan rahatsız ediyor, kendi kendimi yakıyorum. Ama bak çok mutluyum. Mutluyum... Mutluyum... Mutluyum... Mutluluk nedir anne? Benliğime saplanan hançer mi yoksa yüzümdeki eski bir deri mi? İnsanları iyi yapmaya çalışmak mı yoksa kendi pis karanlığında boğulmak mı? Kaleminin mi yola kalbinin mi kırık olması? Hüzünlerin yurdumuzun üstüne dökülmesi mi yoksa bana, beni geri vermek mi? Mutluluk benim için sensizlik. Sen hiç sensiz kaldın mı? RR