Nefes nefeseydi. Soğuk hava onu uykusundan uyandırdığında henüz güneş doğmamıştı. Rüyasında karla kaplı kocaman bir dağın tepesinden kurtulmaya çalışıyordu. Kar o kadar çoktu ki koştukça onu yerin dibine çekiyordu. O ise uzakta gördüğü büyük ateşe koşmaya çalışıyordu. Koştu, koştu ve sonunda ateşe yaklaştı. Ateşe yaklaştıkça bunun aslında bir yansıma olduğunu fark edip büyük bir üzüntüyle karlara teslim oldu. Tam bu esnada vücudunu büyük bir hışımla sarsarak uyandı. -Her gece bu rüyayı görürdü ve bir gün gerçekleşmesinden çok korkardı.- Tıpkı rüyasında hissettiği gibi soğuktu evi. Bu evin bu kadar soğuk olması normal mi diye düşünürken etrafı inceledi. Üzerinde takunyalarla yürünmekten aşınmış ve yer yer birbirinden ayrılmış ahşap zemin, yaklaşık 70 yıl önce yapıldığından beri bir kere bile tadilat görmemiş zavallı ahşap çerçeveler ve gökyüzüyle evin içini ince bir çizgi şeklinde ayıran vasıfsız çatı… Tüm bu zorluklara, içine zorla atılan iki parça odunla yanmaya çalışarak direnen ufak soba… Elbette evin soğukluğunun nedeni belliydi. Ancak onun üşümesinin nedeni bu kadar kuru sebeplerle açıklanamazdı. Hissettiği soğukluk içinden, en derinlerden geliyordu ve asla yakasını bırakmıyordu. Tüm bunları düşünürken ve gözlemlerken güneşin doğduğunu fark etti. Sokaktaki sesleri duymaya başlamıştı. Okula giden çocuklar, işe giden kadınlar ve adamlar, sahiplerinin sabah yürüyüşüne çıkarttığı köpekler, bu köpeklerle kavga eden sokak köpekleri ve sokak köpeklerinden kaçan zavallı kediler. Hepsinin sesi birbirine karışırken yatağından kalktı. Kısa bir süre içinde yatağını toplamış, sabah kahvesini yapmış ve işinin başına geçmişti. Elbette bir işi vardı. Değilse kalmış olduğu –derme çatma da olsa- bu evin parasını nasıl çıkartacak, haftada bir kez gittiği manavın kapısının önünden nasıl geçecekti? Peki ya arada şekerleme dağıttığı çocuklar? Evde artakalan ekmekleri sütle birleştirip yaptığı mamaları yiyen kediler ve köpekler? Hepsinin ondan bir beklentisi vardı. Bu yüzden işine sıkı sarılırdı. Ancak işini hiç sevmezdi. Yattığı odanın yanındaki ufak odada bulunan masaya her geçtiği an onun için bir zulümdü. Masanın tam karşısında bulunan ve masaya geçtiğinde ona sadece karşıdaki eski evin kirli ve yarısı yıkılmış çatısını gösteren pencere ona umut vadetmiyordu. Bu bezginlikle oturduğu masada yaptığı iş Hayal Satmak idi. Evet yanlış duymadınız, hayal satmak mesleğinin adıydı. Peki, ne iş yapardı bu hayal satıcıları? Bulunduğu semtten çok uzaklarda yaşayan ve yalılarında oturan hanımların, beylerin dert ettiği sıkıntılara çözüm buluyor gibi yapıp onları sahte sözcüklerle de olsa iyi hissettirirlerdi. Bu hanımların ve beylerin sıkıntıları çok çeşitli olurdu. Büyük bir müzakereyi kaybetmek, diğer hanımlar kadar pahalı elbiseler alamamak, yalının büyüklüğünden ısınmayan odalar – Bu durum ev küçükken de yaşanıyor, garip- , tüm zenginliğin içinde yaşanan yoğun yalnızlık hissi, kalabalık sofralarda mutlulukla yenmeyen yemekler, uzun yıllar boyunca bekletilince tatlanması gerekirken üzgünken içildiği için acılaşmış şaraplar, güzel bir yurt dışı seyahati planını bozan ani toplantılar… Fakat bu insanları en çok zorlayan şey değersizlik hissiydi. En pahalı kostümleri giyerler, en pahalı şamdanlarla masalarını süslerler, kimsede olmayan yemek takımlarıyla davetler düzenlerler, sık sık seyahat edip yurt dışından bir alt tabaka semti satın alabilecek fiyattaki mücevherleriyle dönerler ama evin kapısı onlara açıldığı an onları büyük bir yalnızlık hissi selamlardı. Bu yalnızlık hissinin tarifi yoktu. Büyük bir zenginliğin içinde büyük bir boşluk. Hanımlar eşlerinin şöhreti için, beyler ise eşlerinin yüz güzelliği için evlenir ve asla uyumlu olup olmadıklarına dikkat etmezlerdi. Bu sebeple birbirini sevmeyen iki zıt kutbun insanları aynı evin içinde bir hayat sürdürmeye çalışırdı. Sonuç olarak korkunç bir mutsuzluk ve değersizlik hissi ile baş başa kalırlardı. Bu zengin hanımlar ve beyler asla çevrelerine yaymadan hayal satıcılarına gider ve onlardan hayal satın alırlardı. Sayfa sayfa yazılmış motivasyon yazıları, iyi hissettiren kelimeler, onlara asla yalnız olmadıklarını anlatan sahte cümleler. Bu hayallere kendileri için bir elbise düğmesi fiyatına denk gelen külçeleri bağışlarlardı. Hayal satıcıları kazandıkları bu parayla bir aylık erzaklarını alabiliyordu. Fakat çok önemli bir durumu söylemekte fayda var. Hayal satıcıları hiçbir yerde mesleklerini paylaşamazdı. Çoğu kişi onların para kaynağını bilmezdi ve bu sebeple toplumdan dışlanırlardı. O, yıllardır hayal satıcılığı yaptığı için başka bir meslek edinememişti. Bu saatten sonra eline kumaş versen biçemez, aş versen kaynatamaz, saç versen biçimlendiremezdi. Mecbur olduğundan her gün masaya geçip zenginlerin içi boş hayatlarını doldururdu. Bu gün de o günlerden biriydi. Yağan yağmur tüm semti kapkara bulutlarla kapatmıştı. Mumlarla aydınlatmaya çalıştığı odasında bir hayali yazarken uyuklamaya başladı. Gözleri hafif hafif kapanıyor, başı da yere düşmeye başlıyordu. Sürekli irkilip kendini toplamaya çalışsa da elindeki kalem parşömenin pürüzlü yüzeyinden uzaklaşmaya başlamıştı. Dayanamayıp gözlerini tamamen kapattı ve mutlulukla ilgili yazılar yazdığı parşömenin üzerine başını koyuverdi. Rüyasında karla kaplı kocaman bir dağın tepesinden kurtulmaya çalışıyordu. Kar o kadar çoktu ki koştukça onu yerin dibine çekiyordu. O ise uzakta gördüğü büyük ateşe koşmaya çalışıyordu. Koştu, koştu ve sonunda ateşe yaklaştı. Ateşe yaklaştıkça bunun aslında bir yansıma olduğunu fark edip büyük bir üzüntüyle karlara teslim oldu. Bekliyordu, bu bir rüyaydı ve bitecekti. Her zaman gördüğü bu rüya ile artık bir dost gibiydi. Ancak rüya bitmemişti. Etrafına baktı, karla kaplı dağın tepesindeydi. Yanına ateş diye koştuğu şey ise bir kar yığınıydı. Korkuyla yerinden kalktı, etrafına baktı; her yer karla kaplıydı. Uzakta bir yerde tekrar kocaman bir alev parçası gördü. Ona doğru koşmaya başladı. Koştukça soğuk yüzüne acı acı çarpıyor, nefesini kesiyordu. Ama alev parçasına ulaşmanın ümidiyle yüzüne çarpan soğuğu umursamıyordu. Dev adımlarla bu alev parçasının yanına geldiğinde az öncekinden daha büyük bir kar yığını ile karşılaştı. Evet, en çok korktuğu şey başına gelmişti. Adına kabus demekten bile korktuğu rüyası gerçek olmuştu. O, rüyasının içinde hapsolmuştu. Onu bu korkunç kabusun içinde kandıran alev yansımaları aslında yaptığı iş yani hayal satıcılığı idi. Mesleği,  zengin insanları tıpkı bu alev yansımaları gibi  gereksiz ümitlerle doldurup sahte mutluluklara kavuşturuyordu. Gerçekle yüzleşen hanımlar ve beyler ise tıpkı şu an onun bu alev parçaları ile karşılaştığı andaki gibi büyük bir ümitsizlikle karşılaşıyorlardı. Hanımları ve beyleri esir alan hayaller onu da esir almıştı. Aslında korkunç bir rüyanın esiri değil, gerçeklerin içindeydi ve uyanamıyordu. Artık nefes nefese değildi.