“Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz.” demişti, Heraklitos. Ne kadar da haklıydı. Ne nehir aynı kalırdı ne de insan. Her şey, her an hem yok olmaya hem de yeni baştan yaratılmaya doğru yol almaz mıydı? Hücresel düzeyde bile her an ölür, her an ölen hücrenin yerine yenisi üretilirdi. Peki, her şey için aynı döngü sonsuza dek devam eder miydi? Maalesef, belki de iyi ki entropi denen ilke galip gelir ve sona doğru ilerlerdi her yolculuk. İster kutsayalım istersek de sonuna kadar görmezden gelip kaçalım. Son, bizi bir yerde yakalıyordu. Son, olacak olanın olmasından ibaret değil miydi zaten? Konudan sapmak istemem, Heraklitos’u da unutmak.


Heraklitos, sözüyle aslında değişimin sürekli olduğunu ve nehirde yıkanmak gibi bir eylemin bile aynı şekilde tekrarlanamayacağını söyler. Çünkü nehir de değişmiştir nehre giren insan da. Aslında bu sözü günlük hayatta oldukça kullanan ben bile, yazımın yazma sebebi olan söylediğimi yeterince kavrayamama hali sonrası bu noktadayım. İnsan, garip bir varlık. Tecrübeleriyle hayata tutunan ve tecrübeyle anlam denen soyutluğu oluşturan.

Tabii ki anlamı sadece tecrübeleriyle oluşturuyor değil. Ama önemli bir kaynağı, salt kendi tecrübeleri. Yani sınırlı olan kendi tecrübeleri. Söz gelimi bir lokanta için “En iyi et yemekleri oradadır.” diyen bir kişiyi düşünelim. Ancak başka bir lokanta ile karşılaştığında sınırlı tecrübesinin sınırlı olduğunun farkına varacak. Ne yazık ve ne aydınlatıcı, değil mi? Ben de çokça kullandığım bu sözün, anlamını kavrayamadığımı ancak yaşadığım küçük bir an sonrası fark edebildim.


Bir solo gitar performansını farklı zamanlarda dinledim. Hepinize de tavsiye ederim; özellikle bu yazıyı okurken. Estas Tonne’nin “The Song of Golden Dragon” adlı eseriydi. Farklı iki zaman diliminde dinledim bu eseri. Farklı iki zaman, ki aslında doğrusu, farklı iki zamanımda dinledim ve öylesine farklı geldi ki eser... İşte o an fark ettim. Belki de ismini vermekten geri durduğum o duygunun ruhumdaki sancımasını. İkinci kez dinlediğimde; eserin ritmi hızlı, kulak yorucu ve sindirmekte zorlandığım bir haldeydi. Peki bu eser, geçen kısa zamanda tekrardan performe edilerek yeniden mi yüklenmişti dinlediğim kaynağa? Cevap, tabii ki bu değildi. Peki, neydi değişen, ilk sefer dinlememe oranla bende oluşan duygunun farkı?

Cevap bende gizliydi. Kısa zamanda öylesine ritmim azalmış, yorulmuş ve çökkünleşmiştim ki… Ben yavaşlarken her şey hızlanmış görünmüştü gözüme. Bazen bunu fark etmek bile öyle aydınlatıcı ve değişim başlatıcı oluyor ki…


Değişen olaylar, kişiler değildi. Değişim, algılayan bizlerdeydi. Ki değişime de gerek yoktu. Üzülen, kızdırılan, alınan ya da hayal kırıklığına uğratılan mıydık? Ya da aslında her şeyin ve herkesin karşısında, tam da merkezde kendi ritmimizle algılamıyor muyduk her şeyi?

Daha çok kendimize bakmak gerekti sevgili okuyucular. Nehir orada ve bakmak daha kolay ama biraz da kendimize bakmalı ve hatta görmeye çalışmalı…