Spinoza Ethica’sında tüm duyguların neşeyle keder arasında yer bulduğunu; neşeye yaklaşanların yaşama karşı dayanma gücünün arttığını, kederinse azalttığını söyler. Dış dünyaya dair etkileşimlerin bu iki noktadan birine asimptodu sonucu olayların bizler üzerindeki etkisini gösterdiği üzerine düşünmüştür. Bir an için bile olsa benzeşim-empati kurduğumuz birinin bizim hayatımızdan kaybı derin bir keder verirken hiç hesapta olmayan denk gelişlerin şaşkınlığı bizi neşeye yaklaştırır. Peki tüm bu kuramda arkanı dönüp gitmiş, her şeyi kafanda yakmışken yine de gelecek heyecanını kaybetmemek için bir şeyleri umut etmek hangi tarafta? Kederin en dibinde kıvranırken yine de güneşsiz gökyüzünde bulutların dağılmasını hayal etmek bu kaidenin hangi safında? Güneşin tenini ısıttığı geçmiş anlarında bile şüphe içinde şüphe, sorgu üstüne sorgu halinde olup içinin içini yemesi neşe-keder doğrusunun neresinde?

 

      Birini sevdiğine inandırmak için ona neden vermen gerekir. Ümit etmek bu işin neresinde?

Karşılıksız sevgi seni sevindirir ve sende de sevgi uyandırır. Buna kayıtsız kalıp hoşlantıya inanmadığında, hoşlantı objesinin sana neden vermesi gerekir. Ama beklenilenin aksine neden verildiğinde de kayıtsızlık kendi içinde bir inanca, hoşlantıya dönüşmeyecek, bir çeşit gurura evrilecektir. Öyleyse tüm bunlar karşısında her eylemden vazgeçip en uzak köşeye saklanmak tek çare değil midir?

 

İnandığından nefret edemezsin çünkü insan kendi ölümünü göremez. Birinden karşılıksız nefret sezdiğinde bunun sonucunda sen de ondan nefret edersin. Dış dünyadaki her şeyden nefret edilebilirken Tanrı’dan nefret edemezsin. Çünkü Tanrı’dan nefret etmek sonsuzca bi keder getirir, sonsuz keder de yaşama karşı dayanma gücünün yitmesi yani ölüm demektir. Peki en sonunda inandığın şeyleri bir kenara bırakıp, kendi kaderine boyun eğip kederin dağılmasını usulca beklemek kendi ölümüne adım adım şahit olmak değil midir?