Küçük bir şehrin küçük bir semtine âşık bir adamdım oysaki. Zaman geçtikçe büyüdüm ve yaşadığım semti kendimle özdeşleştirdim ya da ben orayla özdeşleştim. Daha çocuk sayılırdım belki de.

Lise okuyan bir genç, çarşı merkezi diye tabir edilen bir yerde bir ara sokağı kendine mesken edinmişti. Her okul çıkışı oraya gelir, arkadaşlarıyla saatlerce öylece takılırdı. Sonraları lise de bitmişti. Üniversite sınavını ilk seferde kazanamayan gençlerin izlediği klasik yol benim de karşıma çıktı. Ve takıldığım sokakta bulunan dershaneye kaydolmuştum. Aslında mutluydum, gece yarısına kadar keyiften kaldığım yer şimdi ailemin de mecburen kalmamı istediği bir yer olmuştu. Tabii ailem orada daha iyi bir bölüm kazanmam için umutlanıp çaba sarf ederken ben yine anın keyfini çıkarmaya çalışıyordum. Ve yıllar geçti. Üç yılımı daha o sokakta geçirmiştim. İlk dostluklarım, ettiğim kavgalar, beraber gezdiğim kadınlar, takıldığım kafeler, yürüyemez duruma geldiğim sarhoşluklarım... Hepsinin ilki o sokakta olmuştu. Sonra birkaç sokak üstte başka bir dershaneye yazılıp artık kazanmam gerektiğinin farkına varmıştım. Biraz geç olmuştu sanki. Ve kazanmıştım üniversiteyi. İki yıllık bir bölüm yazmıştım dört yıllık dershane hayatımdan sonra. Evet, bana da sonradan komik gelmişti. Üniversite bittiği gibi gelip, o sokakta bir ev tutup iş güç kovalamaya ve aynı zamanda ikinci öğretim bir bölüm okumaya karar vermiştim. Öylesine benimsemiştim ki orayı doğduğum eve -büyüdüğüm çocukluğumun geçtiği mahalleye- gitmez olmuştum. Zaman hızlıca akarken bir kurumda memur olarak işe başlamıştım. Evim diğer adıyla sokağım daha yakın olduğu için her şey istediğim gibi olmuştu. Evimden çıkar, işime giderdim. Tüm zamanım o semtte geçerdi. Dört buçuk yılım da böyle geçmişti, artık gençliğim olgunluğa doğru semtinde ilerliyordu. Farklı sebeplerden dolayı memurluktan ayrılmıştım ama o evden, o semtten çıkmaya niyetim yoktu. Sokakta küçük bir meyhane açtım, âşık olduğum semte farklı bir mekân katmak... Sonsuza dek sürecek sandığım işin heyecanıyla her sabah oranın daimi esnafına selam vererek iş yerime giderdim. Orada yeni dükkan açanlar ve orada işe başlayan herkes sokağın sahibi gibi olduğumu bilirdi. Çünkü âşıktım oraya. Gençlik yıllarım, işim, evim hepsi orada var olmuştu. Binlerce hatıra... Tabii bunun adına ne deniyor, tam bilmiyorum ama sanırım en sevdiğim sokağa düşman olmam kaderin bir oyunu gibi üstüme gelmeye başlamıştı. Meyhanenin ikinci yılı dolmadan aksilikler üst üste gelmeye, çok çirkin olaylar yaşamaya başlamıştım.

Kendi sokağımda bir klarnet sesinden rahatsız olan komşulardan dolayı sanki âşığı olduğum semtin huzurunu kaçıran adam olmuştum. Gelen giden polislerin haddi hesabı yoktu artık. Benim cazgırlığım, sokağın bir kısmının arkamda durması falan derken işler kötüye gitmeye başlamış ve kendi semtimi tanıyamaz olmuştum. Zaman akıp giderken üçüncü yılda artık tak etti ve nefret etmeye başladım. Hangi biriyle kavgaya tutuşup, hangi polisi alttan alıp hangisiyle karakolluk olacağıma karar verememiştim. Gelen belediye zabıtalarının gözlerime bakamadan denetim yapıp gitmeleri içinden çıkılamayan sorunların başlaması beni artık soğutmuştu. Çünkü biliyordum, biraz daha kalırsam kökten çözüm adına kötü olaylar yaşatabilirdim. Ve lise ikiden meyhanenin sonuna kadar olan anıların gözümde canlandığı bir gece karar vermiştim mekânı devredip o şehri terketmeye. Çünkü ya oraya devam edecektim ya da terk edecektim. Her şeyi ardımda bırakıp gitmenin günü gelmişti. Mekânı devredip hiç yaşamadığım bir şehre taşınmıştım.

Zaman geçip hatıralar gözümün önüne gelince Mevlana'nın "Neyi çok istersen o senin imtihanındır." sözü aklıma gelmişti. Şimdi sokağımdan uzakta birinci yılım doldu ve itiraf etmeliyim deliler gibi özledim.