Hayatın bir dönme dolap olduğu, durağan olmadığı aşikârdı. Bir şeyler dirilirken bir şeyler ölmeye devam ediyordu. Herkesin derdinin kendine büyük olduğu ve o büyüklüklerin kaldığı yürek kesesinde insan anlatmalıydı, anlatmalı, anlaşılmalıydı. Şimdilerde anlaşılmak büyük lükstü. Söylediğin lafın üstüne eklenmeden söyleyeni bulmak da çölde şelale aramak gibi bir şeydi. Gittikçe artan nüfus, yalnızlıkları da kalabalıklaştırmıştı. İçimizin acısını insana anlatamayan bizler, defterimizin açısına göre şekil almaya başladık. Yazdık durmadan, yorulmadan, sıkılmadan yazdık. Bazen çok mutlu olduğumuz anı, bazense en mutsuz olduğumuz anı yazdık. Yazdıkça var olduk, sanki yazdıkça çoğaldık, arttık. Benliğimiz satırlara dökülürken hayat bir film şeridi gibi geçiyordu sanki. Yaşanmışlıklar, yaşanmamışlıklar, yaşanacak olanlar bir bir dökülüyordu kelimelerle yürek kesesinden. Şimdilerde zeytinyağına özenir vaziyette dertlerimiz. Ne zaman gözyaşı suyuna maruz kalsa üzerine çıkıveriyor hemencecik. Böylelikle bir daha anlam kazanıyor yazmak, yazdıkça dünyanın gürültü silsilesinden kurtulmak.

Bizler teknoloji dünyasının payına yalnızlık düşmüş olan insanları. Yazıyoruz çünkü dertlerimiz birer gif ya da emoji ile anlatılacak kadar basit ve sıradan değil. Anlaşılmayan sözcükler, gösterişli fakat yapmacık fotoğraflardan ibaret değil. Yazmak, payımıza düşen yalnızlıktan bir nevi kurtulmak. Sıradanlaşmış hayatımızı sınırsızlaştırmak. Aslolan gerçekleri sahte platformlarda hapsetmemizi izlemek yerine kendi yazgımızın başkahramanı olmak. Şartlar hangi koşulda olursa olsun aslolan tek gerçek bu. Tüm dünyayı sessize alıp sadece “yazmak.” Bazen bir odaya kapanarak… Bazense bir denizde kenarında dalgaları seyrederken hayatın sende uyandırdığı hisleri kâğıda dökerek… Yazmak, bir kedinin başını okşarken tüm dünyaya meydan okumak. Bulutlardan yağmurları toplarken kalemine, sözcüklerin mürekkebi ile kâğıda akıtmak. İçinin gök gürültüsünü kâğıtlara dökmek. Kâğıtlara dost, kaleme sırdaş olmak…

Yazarken çok şey öğrendim. Gerçek dostluğu, sır tutabilmeyi, iyi bir dinleyici olmayı, rahatlamayı hep yazarken öğrendim. Yazdım çünkü ne kadar yazarsam yazayım o kadar yazamadığım şey kalacaktı. Hayat bir roman olamazdı ancak herkesin defterine yazabildiği kadar ileri götürürdü yaşanmışlıkları. Bir biz kalırdık bizden geriye; bir de eski kapaklı, yıpranmış ciltli, mürekkebi solmuş “yarım kalmış romanlarımız.”