O sabah Bay Nietzsche 9’daki Cenova trenini kaçırmamak için acele ediyordu. İhtiyacı olan tüm notları çantasına koymuştu ama yine de söylene söylene tekrar kontrol ediyordu. Her şey hazır olduktan sonra masasına oturdu ve hızlıca üniversite yönetimine bugün öğleden sonra yapacağı dersine katılamayacağını, ileri bir tarihe ertelenmesi gerektiğini belirten bir mektup yazdı. Mektubu imzalarken bağırarak kapıcısını çağırdı. Çıkmaya hazırdı, dışarda onu bir araba bekliyordu. Bu sırada merdivenlerden kapıcının ayak sesleri gelmeye başladı. Bu ağır ağır atılan adımlara dayanamadı. Çantasını kaptı ve dışarı çıktı. Merdivenlerden inerken kapıcıya durumu kısaca özetledi ve ne yapması gerektiğini tembihledi. Kapıcının anlayıp anlamadığına bile bakmadan arabaya atladı ve hareket emrini verdi.

Kapıcı birkaç saniye arabanın arkasından bakakaldı. Kafasında bir fikir belirmişti. Kalp atışlarını duymaya başladı, yüzü kızardı, soluk alıp verişi hızlandı. Çenesini sıvazlayarak içeri girdi. Yıllardır aradığı fırsatı bulduğunu düşündü.


Kapıcı yirmili yaşlarında genç bir adamdı. Dinamikti yere göre sığamazdı. Bay Nietzsche’nin kapıcısı olmaktan gurur duyardı. Onun fikirlerini dinlerdi, kitaplarını okurdu. Kapıcının da aslında kendi fikirleri vardı. Sürekli Bay Nietzsche’yle konuşmak isterdi ama bir türlü onun dikkatini çekemezdi. Bay Nietzsche de biraz içe dönük biriydi, belki de o yüzdendi.


Kapıcı hızlı adımlarla odasına girdi ve saçlarından keserek yaptığı Nietzsche bıyığını yeni terlemiş bıyıklarının üstüne yapıştırdı. Dolabın kapağındaki kırık ve tozlu aynada kendine baktı. Göğsünü kabarttı ve sesini kalınlaştırarak "And the god is dead." dedi. Bay Nietzsche’nin hareketlerini taklit ederek yukarı çıktı. Evin içinde bir süre vicdanıyla savaştı. Nietzsche’nin dersine girip kendisi anlatabilirdi, böylece Bay Nietzsche’nin dikkatini çekmiş olurdu. Onun fikirlerine ne kadar hakim olduğunu, felsefeden ne kadar anladığını ispatlamış olurdu.


Zaman hızla geçmişti. Artık karar verme vakti gelmişti. Üzerinde Nietzsche’nin kıyafetleri, çalışma odasındaki sandalyede oturmuş duvarda bir noktaya kitlenmiş bakıyordu. Derin bir nefes aldı, ani bir hareketle ayağa fırladı ve merdivenlerden aşağı inmeye başladı. Bir an sonra sokakta kendinden emin bir şekilde üniversiteye doğru yürüyordu. Anlatacağı şeyleri kafasından tekrar ediyordu. Kendi kendine soru sorup cevap veriyordu. Dersliğin önüne tam saatinde gelmişti. İçeriden hafif bir rüzgar gibi konuşmalar geliyordu kulağına. Durup kulak verdi ama bir şey anlayamadı, sonra kapının önünde oyalandığı için kendine kızdı ve o öfkeli ifadeyle içeri girdi. Kürsüye doğru yürürken çantası olmadığını fark etti. Profesörlerin hep çantası olurdu. Kürsüye çıkana kadar öğrencilerden tarafa bakamamıştı ama artık kürsüdeydi ve kafasını kaldırma vakti gelmişti.


Şaşırdı, sınıfın ancak yarısı doluydu. Aynı zamanda biraz rahatladı da az kişi olması ona cesaret vermişti. Tahtaya geçti ve anlatmaya başladı.


“…Çokları pek geç ölür ve kimileri de pek erken. Tam zamanında öl. Elbette, hiç tam zamanında yaşamayan, nasıl tam zamanında ölsün ki?”*


Yaşamın anlamı ve ölüm onun en sevdiği konulardı. Bay Nietzsche’nin düşüncelerini ve kendininkileri harmanlayıp anlatıyordu. Özgüveni iyice artmıştı, sınıftan bir tepki gelmemesini iyiye yormuştu.


“Sahi sizin yaşama amacınız nedir? Ne kadar yaşayacaksınız? Bazıları gibi son dişi düşene kadar yeryüzüne sabretmeyi mi tercih edersiniz, genç yaşınızda sözlerinizin eğrilip boynunuza dolanmasını mı?...”


“Bu dünyaya ne yapmaya geldiniz? Vahşi bir hayvanı düşünelim. Doğdu, büyüdü, avlandı, çiftleşti, yaşlandı ve av oldu. Sizin farkınız nedir? Ah tabii ya siz düşünebiliyorsunuz? Öyleyse düşünün. En son ne zaman kendiniz oldunuz? Kırılana kadar dönmek üzere üretilmiş bir tekerlek gibisiniz. Her gün işe gidip geldiniz, yemek yediniz, uyudunuz. Belki bir de çiftleştiniz. Bu çarkın yeni dişlilere ihtiyacı var ne de olsa. Toprağa av olma vakti geldiğinde yaşamak için çok geç olacak.”


“Kimsiniz? Dışarı itilmemek için popülizmin çarkını yağlayanlardan mısınız? Söylemekten korkup pişmanlıkla pişenlerden misiniz? Çok konuşup balon gibi şişenlerden misiniz? Duygularını susturup gülenlerden misiniz? Uzaktan bakıp dönenlerden misiniz? Hisselerini İsa’ya devredenlerden, gökteki boşluğa çit çekenlerden, doğadan kaçanlardan, duvara el açanlardan mısınız?...”


Kapıcı ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi bir an duraksadı ve ikinci sırada oturan beyaz tenli, gözlüklü kızın el kaldırdığını gördü. Kızın kakülleri yüzünün bir bölümünü kapatıyor, gözlerini daha büyük ve yuvarlak gösteriyordu. Kapıcı kızın gözleriyle büyülenmişti. Çok fazla duraksadığı için artık onu görmemiş gibi yapamazdı. Ürkekçe söz verdi. Kız güçlü bir ses tonuyla,


-Sizin amacınız nedir?


Kapıcı, “Yaşama amacımı mı soruyor yoksa Bay Nietzsche olmadığımı anladı mı?” diye düşünüyordu. Kalp atışları hızlanmaya başladı. Kızardı. Suçluluk duygusuyla ellerine bakıyordu. Kıvrak bir cevap vermek istedi.


-Kendimi anlatmadan ölmek istemedim hepsi bu.


Kız hafif bir el işaretiyle, öyleyse devam edin, dedi. Bu yakalandığının kanıtıydı. Bir an insanların yüzlerine baktı. Yüzlerindeki ifade ders dinleyen insan değil, ne olduğunu anlamaya çalışan insan ifadesiydi. Sanki bir perde kalkmış gibi her şeyin farkına vardı. Utanmıştı. Küçük düşmüş hissediyordu. Kapıya doğru yöneldi, yürürken son bir kez sınıfa baktı. Herkes ona gülüyormuş gibi geldi. Kıza bakmak istiyordu ama göreceği ifadeden korktuğu için kaçmayı seçti. Koridorda, sınıftan gülme seslerinin geldiğini duydu. Kulaklarını tıkadı ve gözyaşları içinde koşmaya başladı. Değiştiğini hissetti. O sınıfa giren kapıcı değildi artık. O kızı düşündü. Ona kızmadı, minnet duydu. Hatta biraz da sevdi sanırım.