Bugün nedense havanın başka bir serin estiğini hissediyordum. Haftalardır uğramayan ilhamın bu gün geleceğine dair inancım vardı. Güne, kendimi rüzgârın kollarına bırakmaya kararlı başladım. Hava, kırtasiyeden yeni alınan bir defterin içi kadar temiz, coşkun akan su kadar berraktı. Sürüyüp giden pamuk gibi bulutların, aynı pamuktan iplerle birbirine bağlı olduğunu hissediyordum. Gökteki güneş ise iyi soyulmamış bir portakal muğlâklığıyla duruyordu tepemde. Elimde çoktandır okumayı düşündüğüm yarım bıraktığım kitabım, rüzgâr önümde ben ardında gideceğim yeri gösteriyordu bana. Aynı rüzgâr Arnavut taşlı sokakları aşıyor, çıkmaz dar sokaklardan geri dönüyordu. Bir zaman beni böyle üç aşağı beş yukarı gezdirdikten sonra, sonunda işlenmiş kahverengi ahşap bir kapının önünde soluklattı. Kafamı kaldırıp baktığım kapı aralıktı. Kapının orta yerinde aslan başlı demirden bir tokmak, tokmağın üstünde işlenmiş iki güvercin resmi vardı. Kapının yanı başında rüzgârın vurup da sallandırdığı yerde "Nihavent Makamı" yazılı bir levha vardı. Duvarlarından sarkan yemyeşil sarmaşıklar arasında kaybolmuş soluk kahverengi bir kapı ve o kapıdan biraz da olsa sıyrılmış bir levha.
O kadar zamandır bu şehirde olmama rağmen hiç farkında olmadığım bir yer, diye geçirdim içimden. Rüzgârın beni alıp da getirdiği bu yere müthiş bir merak duydum. Aralanmış kapıdan içeri girdim. Ortalık sakindi. Kapıdan girer girmez beni karşılayan iki kocamış dut ağacının arasında kaldım. Orta holde bulunan bu iki dut ağacının yanına yöresine dağıtılmış sekiz adet birbirinden renkli ahşaptan masa ve masaları saran ahşaptan sandalyeler vardı. İki katlı eski yöresel taş evlerinden olan bu yerin bir işletmeye çevrildiğini kavradım. Mutfak olduğunu tahmin ettiğim, soldaki açık olan mavi kapının ardından aynı rüzgârın getirdiği hafif bir müzik sesi işittim. Biraz daha yaklaşınca orta yaşlı biri kadın, biri erkek olan iki kişi göründü içeriden. Kadın olan, mutfak tezgâhına dayanmış, elindeki bıçaktan anlaşıldığı kadarıyla bir şeyler doğruyordu. Beyaz bir teni, kırlaşmış saçları vardı. Kıvır kıvır lüle olan saçlarından birazı, eğilmiş başından yüzüne geliyor; geri kalanı uzun ince boynunu geçip omuzlarından aşağı dans ederek iniyor, omuzlarından aşağıda bitiyordu. Boynunda kırmızı bir fuları olduğunu da göz ucuyla gördüm. Yakası açık, beyaz bir gömlek ve dizlerinden aşağısında biten beyaz papatyalı, gülkurusu basma bir etek vardı üstünde. Hoş bir kadın, dedim içimden. Aynı hoş sesiyle masada oturan adamla laflıyorlardı. Duvara yaslanmış, dışarıdaki masalara nazaran biraz daha küçük olan bu ahşaptan masanın yanındaki sandalyeye kurulmuş adamın ise arkası dönüktü bana. Masanın diğer yanında duran mavi beyaz pikaba takılı plaktan gelen sesti holdeyken duyduğum. O zaman hangi şarkı olduğunu çıkaramamıştım. Şimdiyse net duyuyordum. Müzeyyen Senar, "Kimseye Etmem Şikâyet" diyordu. Hafif hafif esen rüzgâr, o sesi alıp mutfak kapısından hole, oradan ağaçların dallarına, oradan da gökyüzüne doğru dağıtıyordu.
Şarkı bitti, plak durdu. Sabahın daha erken vakitleriydi. Dışarıda cıvıldayan kuş sesleri ve rüzgârın vurup da hışırdattığı yaprakların eşlik ettiği huzurlu bir sessizlik oldu. Aynı kuşlar ve hışırtılar holdeki dut ağaçlarında da mevcuttu. Sabahın bu dingin vakitlerinde beni alıp buralara getiren rüzgâra içimden bir teşekkür ettim. Müteşekkirdim.
İçeridekilere "Kolay gelsin,’’ diye seslendikten sonra onlar da beni fark etti. Buranın yeni mi açıldığı hakkında iki lafladık. Yeni açıldığının bilgisini veren Ayfer Hanım'ın emekli bir öğretmen olduğunu yanındaki Fehmi Bey'in de kütüphane müdürü olarak çalıştığının bilgisini aldım. Kızlarının da buraya atanmasıyla birlikte Fehmi Bey'in de emekliliğini istemesiyle buraya taşındıklarını da ekleyerek genel hatlarıyla bilgilendirildim. Sıcakkanlı bu iki insanın böyle güzel bir işe başlaması beni sevindirmişti. Hayırlı olsun, dedikten sonra içeri girerken fark ettiğim yukarıdaki terasın müsait olup olmadığını sordum. Aldığım olumlu cevabın ardından da merdivenleri birer birer arşınlayarak gök manzaralı terasa vardım. Güneşi de karşıma alınca sandalyeye bir güzel yayıldım. Ahşaptan masanın üstüne bıraktığım Dostoyevski’nin "Budala" kitabını tekrar elime aldım. Hangi sayfada kaldığımı belli eden kıvrılmış sayfayı bulup açtım. Kaldığım yerdeki ilk cümlede şu yazıyordu. ‘’İyi insanlara ihtiyacım var.’’ Tam da içimden geçenlerin döküldüğü bu cümlede durup biraz dinlendim. Cebimden çıkardığım sigara paketindeki sigaralardan birini tutuşturdum. Sonra da okumaya devam ettim. Bir süre böyle rüzgârın kadifemsi esintisiyle beraber okuduğum kitabın içine dalıp kayboldum. Zarif, kırılgan bir sesin ‘’Bir isteğiniz var mı?’’ sorusu beni daldığım yerden uyandırmıştı. İrkildim. ‘’Kusura bakmayın korkuttum sanırım,’’ deyip yüzünde üzüntüsünü belirgin olmasa da gösteren bu kadın da kimdi, nereden çıktı diye iç geçirdim. Kitaptan kafamı kaldırmadan önce okuduğum son cümle ise şuydu: ’’Neşeli bir yüzü var, ama çok acı çekmiş..’’
Nedense bu cümleyi de karşımdaki kadının yüzüne yakıştırmıştım. Belki de kitabın etkisindendi bilemiyorum…
Siparişimi alıp da giden kadından sonra bildiğim tek şey beklediğim ilham gelip bulmuştu beni. Sandalyenin koluna astığım sırt çantamdan çıkardığım kağıt kalemi masaya koydum. Güneşe son bir kez -uzunca- gözlerim kapalı yüzümü döndükten sonra aldım elime kalemi, yumuldum kağıda. Başladım yazmaya...
Gençtim
Gençtim
Geçtim taşlı, topraklı, engebeli yolları
Rahiyayla bezenmiş
Çiçekli renkli kaldırımlardan sonra
Uzak bir yoldu bu geldiğim
Kepenekler içinde
Vakurluğuyla bir çoban göründü uzaktan
Yitirdiği şey sürüsü değildi
Gençtim
Geçtim Arnavut taşlı sokakları
Tevatürle baktım yollara, izlere
Rüzgarın vurupta sallandırdığı
Levhada kaldı aklım
Gençtim
Geçtim geçilmez denen nehirleri
Bir denizin ortasında durdum
Işıl ışıl parlayan
Çakır gözlerin içinde bir denizdi bu
Ben ise çatlamış kayığıyla bir kayıkçı
Ha boğuldum ha boğulacağım
Gençtim
Geçtim seyirlik teraslarda soluklandım
Ömürlük kahveler yudumladım
Güneşi sırtına alanlara inat
Yüzümü döndüm en uysal halimle
Yaz*ın bütün halleri vardı
Yazdı, yazdım...