7 Ekim Perşembe, saati tam bilmemekle beraber insanın içini bir garip hüznün doldurduğu vakitlerdeyiz. Hava kararmış, asumanda bir alaca mavilik kalmış. Sokak lambalarının sönük sarı ışığından medet umuyoruz. Kilise çanıyla ezan sesinin aynı anda doldurduğu bu sokakta onlara eşlik eden bu hoyrat topuk sesinin sahibi benim. Ben Adem. Yalnızca Adem. Yolun yarısını otuz beş hesaplayıp kırk altı yaşında vefat eden Cahit Bey’in hesabıyla yolumun son çeyreğinde altmış iki yaşımdayım. Unutmaya başladığımdan beri bundan başka bir otobiyografim yoktur. Varsa da unutmuşumdur.

Fabrikadan çıkmış, iki somun ekmeğimle evimin yolunu tutmuşum. Yanımdan geçen heyecanlı bedenlerin aksine son derece alelade biriyim. İki dakika evvel bir kemik yığınının karısını sokak ortasında tekme tokat dövdüğüne şahit olmamışçasına tepkisizim. Önceki sokağın başındaki turşucunun turşu suyu yüzüme sıçramış gibi ekşimsi bir suretle arşınlıyorum bu sokağı. Yine de insanlar önemli biri olduğum kanısına varsınlar diye elimdeki çantayı hafif sallarken zaten yerinde olan fötr şapkamı sol elimle tekrar yerine oturtuyorum. Bir yere geç kalmışım gibi saatime göz atıp kısa bir oflamadan sonra adımlarımı daha da hızlandırıyorum. Oysa yetişecek hiçbir yerim yok. Ama olsun bu aramızda kalsın.

Sokağın köşesinden dönerken üç, dört yaşlarında bir sabiyle çarpışıyorum. Ağız çevresini kırmızıya bulayan şekeriyle çürük iki dişinin arasından bana gülümsüyor. Bütün dişlerimi açık artırmada sergiler gibi gülümsemek istiyorum ben de fakat hemen kendimi durduruyorum. Dudağımın kenarı hafif yukarı kıvrılır gibi oluyor. Kendi çapımda kibirli bir karşılık veriyorum. Biraz ilerleyip müsait bir yere park ediyorum kendimi. Zihnimden indirmem gereken bir yolcu var. Vefat eden eşimin çörek tarifi yazdığı defteri mekanik bir hareketle çantamın ön bölmesinden çıkarıyorum derhal. Çantam dolu gözüksün diye koyduğum ıvır zıvırların altında kaybolan tükenmez kalemle bir müddet ebelemece oynadıktan sonra nihayet onu da yakalıyorum. Sağ elimin işaret parmağını ıslattıktan sonra hızlıca sayfaları çeviriyorum. Kaldığım yeri bulunca yeni bir unutulmayacak ekliyorum.

Malzemeler: Tarih… tarih… Hay Allah, neydi ki bugün günlerden? İşten döndüğüme göre hafta sonunda değiliz. Çarşamba mıydı yoksa ocak ayında mıydık? E ama etrafta kar yok. Doğru ya bu kente doksan sekiz yılından beri tek tane kar düşmemişti. Öyle ya kar yağmadığı için mikrobu da kırılmamıştı havanın. Herkes hasta olmuştu. O yıl bu yıldır herkes hasta işte bu kentte. Bedenen ya da zihnen, ne fark eder? Mikrop kırılmamış bir kere.

Her neyse yazmaya devam ediyorum. Tarihler 27 ocağı gösterirken çiçek pasajında bir çocuk bana gülümsedi. Nokta.

Defteri kapatıp yeniden çantama koyuyorum.

Sabahları uyanır uyanmaz takma dişlerimi sudan çıkarıp tekrar ağzıma yerleştirdikten hemen sonra ve akşamları tok karnına olmak üzere günde iki defa bu defteri açar, aldığım notları okurum. Sadece iyi anılarımı not eder onları bilhassa unutmamaya çalışırım. Kötü anıları ise hastalığımdan bile hızlı unuturum. Anlayacağınız üzere son yedi yıldır kötü anıları unutup güzel anılarımı da bu deftere kaydediyorum. Ne demişler söz uçar yazı kalır. İşte bu işi de fabrikadaki işime ek olacak şekilde part-time yapıyorum.

Duyanların ya da fark edenlerin vah vah dediği bu hastalık bana göre yaratıcının bana bahşettiği büyük bir ödül. Belki kazananın daima ben olduğu zevkli bir oyun… Hem ne demiş birileri hayat sana su ve un verdiyse ekmek yapıp karnını doyurman gerekir. Belki de kimse böyle bir şey dememiştir. Ya da birkaç şey daha vermiştir hayat, bilmiyorum. Bununla ilgili bir not bırakmamışım. Demek ki çok da önemli değil. Her neyse. Her neysee!

 

Bir şeyler düşünürken yolumdan sapmışım. Oldum olası iki işi aynı anda yapamam zaten. Mesela su içerken aynı anda nefes alamıyorum. Çok kere yapmayı denesem de sonuçlar hiç de iç açıcı değildi. Sanırım bedenimdeki bir hastalık dolayısıyla bu özellik bana yüklenmemişti. Eksik olduğum anlaşılmasın diye bundan kimseye bahsetmedim.


Müstakil evimin müstakbel bahçesi görününce yolun karşısına geçiyorum. Kapıya vardığımda omzumun üzerinden yetiştirmeye çalışıp beceremeyince yarıda bıraktığım çiçeklere göz gezdiriyorum. Yeniden onlara can suyu vermek için vicdanımdan bir sinyal bekliyorum. Fakat mesai saatleri dışında olduğumuzdan mıdır, vicdanım başka bir meseleyle ilgilendiğinden midir nedir meşgul çalıyor ve vicdanıma ulaşamıyorum. Omuz silkip anahtarı cebimden çıkarıyorum. Üç kere sağa çevirdiğim kapıyı iki kere sola çevirerek açmaya çalışıyorum. Beceremeyince eve başkasının yerleşip kilidi değiştirdiğinden şüpheleniyorum. Mantık çerçevesinde bunun ihtimal dahilinde bile olmayacağını düşünmeme gerek kalmadan anahtar kendiliğinden bir tur daha dönüyor ve kapı açılıyor. Eşimin açamayıp bana getirdiği kavanoz kapağını tek seferde açmış gibi gururlanıyorum. Bütün bunları kendi kendime yapıyorum hem de. Seyirciye bile ihtiyaç duymadan. Alkış mı? Onu istemem zaten oyunun akışını bozuyor.

Ekmekleri ve çantamı mutfak masasına bıraktıktan sonra ceketimi ve şapkamı portmantoya asıyorum. Ceketin etek kısmında bir kırmızılık görüyorum. Silmeye çalıştıkça ellerim yapış yapış oluyor. Nasıl olduğunu, nerden geldiğini anlamaya çalışırken bir türlü işin içinden çıkamıyorum. Bu beni eser miktarda sinirlendirse de sonsuz boşvermişlikten bir tutam da bu meseleye serpiştirip mutfağa ilerliyorum. Yemek yemek isteyip istemediğimi sorgularken kendimi demliğe su koyarken buluyorum. Pıtı pıtı hareketlerle hole yaklaşıyorum. Ayla Dikmen- Anlamazdın plağını benden bile antika gramofona yerleştirip banyoya gidiyorum. Çoraplarımı kirli sepetine atıyorum. Giyecek yeni çorap bulamayınca çamaşırların kendi kendine yıkanamayacağını hatırlıyorum. Yine de umurumda olmuyor ve tekrar mutfağa dönüyorum.

Bir süre ayakta öylece ne için buraya gediğimi düşünüyorum. Kaynayan suyun demlik kapağını öttürmesiyle kendime geliyorum. İnce belli bardağa kaynayan suyu koyduktan sonra üç kaşık şeker ilave ediyorum kararmış demliğe. İnce belinden kavradığım bardağımı alıp koltuğuma çöküyorum. Altlık kullanmadığım için yanan baş ve işaret parmağıma birer buse kondurup iyileşmeleri için zamana bırakıyorum. Yanık kremim olsaydı önce ondan sürerdim fakat yok. Belki de vardır. Çekmecelerin birinde benim ona ihtiyaç duyacağım anı bekliyordur. Bilemiyorum. Herkes hayatında bir defa da olsa bu anı beklemez mi zaten?

Çayın tadı hayli yavan gelse de kendimi içmeye zorluyorum. Orta sehpanın üzerindeki gazeteye uzanıyorum. Manşetlere göz gezdirirken üçüncü sayfayı hızla atlıyorum. Kısa bir an bakışlarım avizeyle buluşurken her şeye rağmen okumayı unutmadığım için şükrediyorum. Dolar 2.67 olmuş. Ekonominin çöküşüne hayıflanıp gazeteyi geri yerine fırlatıyorum. Demini almayan çaya daha fazla katlanamayıp yandaki saksıya boşaltıyorum. O anda yolda şeker yiyen çocuk aklıma geliyor. Bu anımsamaya hazırlıksız yakalanıyorum. Ceketimi onun lekelediğini anlıyorum. Olayı nihayete erdirmenin rahatlığı ile çocuğun dikkatsiz davranışına olan öfkemle aynı anda baş etmeye çalışıyorum.

Elma şekeri ve çürük iki dişin arasından sıyrılan gülümseme geliyor gözümün önüne.

Aniden... Birden bire…

Zihnim arıza lambasını yakıyor. Kargaşa var. Zihnimde birden fazla olay yattığı yerden kalkıyor. Derin bir uykuda olan bütün rahatsızlıklar uyanıyor.

Bir sürü şey…

Bir sürü hata…

Bir sürü anı…

Bir sürü pişmanlık…

Unutulmuş ilaçlar…

Unutulmuş insanlar…

Unutulmuş randevular…

Allah’ım uyandılar. Hepsi aynı anda tepiniyor kafamın içinde. Baş edemiyorum. Hiçbiri durmuyor.

Var olduklarını, ölmediklerini ispatlarcasına dikenlerini batırıyorlar zihnime.

Söylemek isteyip de söyleyemediklerim… Kendi ellerimle zihnimin mezarlığına gömdüklerim…

Gitmek istedikleri yere varmak istiyorlar artık. Son ses haykırıyorlar. Sabırlarının kalmadıklarını bildiriyorlar.

Buna katlanamıyorum. Bozuk televizyona çalışsın diye vururcasına vuruyorum kafama. Karıncalanma olmuyor. Daha da netleşiyor her şey.

Yoksa geri mi alınıyor altmış iki senelik ömrümde bana bahşedilen tek hediye! Oysa hediyeler geri alınmazmış Allah’ım. Bunu karşılık bulamadığım ilkokul aşkıma verdiğim çikolatayı geri isterken öğrendim. Bunu da unutmalıyım. Unutmalıyım her şeyi yeniden. Hem de tam şu anda, şu vakitte unutmalıyım.

Buna alışkın değilim. Yaşayamam kendimle. Ve kalamam bu kadar süre kendimde. Ziyaretin kısası makbulmüş. Gitmeliyim artık kendimden.

Gerek yok şiir kitabımın arasında unuttuğum o çiçeği yeniden hatırlamama.

Gerek yok kalbimi tuzla buz eden o ritmi yeniden hissetmeme.

Mucize olsun Allah’ım. Yeniden unutayım tüm bunları. Yeniden unutayım her şeyi. Her şeyi…

 

Gözlerim daldığı boşluktan hızla sıyrılıyor. Sürtünmeden zihnim kıvılcım atıyor.  Yanaklarım alev alıyor. Söndürmek istercesine iki yana sallıyorum kafamı. Kulaklarımdan dışarı bir şeylerin fırladığını hissediyorum fakat anlam veremiyorum. Neyi unutmalıyım diye düşünüyorum. Cevabı bulamıyorum.

Göğüs boşluğumdaki sancı yok olurken kafamın kaldıramayacağım kadar ağır olduğunu hissediyorum. Olduğum yerde cenin pozisyonu alıp gözlerimi kapıyorum. Sanki saatlerdir bu anı beklemişim gibi saniyeler içinde uykuya dalıyorum.

Hem ne demiş birileri ‘’İnsan nisyana müpteladır.‘’