Ilık o sonbahar akşamında yine sandalyesine oturmuş kitabında bazı yerlerin, sanırım önemli bulduğu noktalardı, altını çiziyordu. Kımıldadığında sandalyesinden çıkan sesten hoşlandığını sanıyorum ve galiba huzursuz ayak sendromu da vardı. Yani öyle olmalı ki, sandalyesinde bu kadar hareket halindeydi. Alt çaprazımdaki komşum... İki akşamda bir, en az birkaç saat bu şekilde, rahatlık ve rahatsızlık arasında kitabını okuyordu. Bu seferki kitabı oldukça uzun sürdü. Kalınca bir kitap olduğunu da görebiliyordum. Ama göz göze gelmekten çekindiğim için direkt bakmamakla beraber romanın adını çok merak ediyordum doğrusu.

Hafif çıkık, kirli sakallı çenesi, yer yer beyazlamış saçları, kavissiz, düz ve kalın kaşları, içine çökmüş, küçük ve çekik gözleri, boynunun sağ tarafındaki dikiş iziyle malulen emekli olmuş bir astsubayı andırıyordu. Hiç konuşmaz; apartman girişinde karşılaştığımızda yalnızca başını hafifçe eğerek selam vermekle yetinirdi. Apartman toplantılarına katılmadığından sesini hiç duymadım. Onunla ilgili bunca detayı fark etmiş ve hatırlıyor olmam bu nedenle beni çok şaşırtıyordu. Binadaki balkonlar küçük ve birbirine çok yakın olduğundan her birimiz diğerinin ne yaptığını rahatlıkla seçebiliyordu. Ama ben daima göz ucuyla onu izliyordum.

Zor zamanlardan geçiyordum. Gerçi elimde bu zor zamanlarımı tarif edecek esaslı bir nedenim de yoktu; sadece hayatımdan keyif almıyordum. Bunu böyle söyleyince tek derdimiz bu olsun haleti ruhiyesine büründüğümün farkındayım. Önceden ruhum ve bedenim arasındaki o uyum şimdilerde yerini birinin diğerine ya büyük gelmesi ya da içinde büzüşerek öksüz gibi bir kenarda kalmasına bırakıyordu. Bazen ruhum bedenimi yararak onun içinden fırlamak istiyor; bazense onun içinde emanet duruyordu. Bunu böyle anlık ruh hali değişimleri gibi basitleştirerek anlatmak ve nasıl bir durum olduğunu tam tarif etmek pek de mümkün değildi. Nadir de olsa yaşamdan keyif aldığım zamanların olmadığını söyleyemem. Adına mutluluk dediğimiz, geçiciliğine nazaran isminin geniş bir kipi imgelediği bu duygu anlık yaşanıyor ve geçtiği anda kupkuru bir tatsızlığa bürünüyordu.

Birileri bir yerlerde benim yaşamam gereken hayatı yaşıyor, bense burada kendi yaşamımda, kendi bedenimde iç güveysi olarak hayatımı idame ettiriyordum. Tüm sosyal aktiviteler, kültürel geziler ve etkinlikler, biriyle harcadığım vakit, düşüncelerime kattığım ve kendim için yaptığım her kişisel gelişim evreleri bir arkadaşımın idareten baktığım çocuğuna edindirdiğim alışkanlıklar gibi oluyordu. O çocuğa ne öğretirsem öğreteyim sonucunu göremeyeceğim duygusuna kapılıyordum. Kariyer basamaklarını çıkışım ise son basamağa geldiğimde düz bir duvarla karşılaşacağım hissiyatını yaratıyordu. Karşımda bir halta yaramayan bir duvarla altımda bir adım sonrasında yuvarlanarak nereye düşeceğimi bilmediğim bir merdivenin arasında kalacakmışım gibi hissediyordum. Yol, telefonu elime alıp harita uygulamasına girerek bilmediğim bir konumu seçip o konuma gitmek üzere çıktığım bir yoldu. Yolda nelerle karşılaşacağımı da bilmiyordum üstelik; varış noktasında beni nelerin beklediğini merak da etmiyordum.

Bir ara, birkaç kez intiharı düşünecek oldum. Ama hayata dair herhangi bir sevgim ve beklentim olmamasına karşın bu düşünceler de fokurdayan bir tencerenin kapağını açtığım andaki buhar gibi anlık göze görünüp kaybolmuştu. Eskiden olsa duyarlılığımın bana verdiği yetkiye dayanarak sevinçlerimi, hüzünlerimi kendime has yorumuma uygun yaşar, insanları mutlu eder, mutlu görünür, kendim de birçok şeyden küçük mutluluklar duyardım. Ve yüzümde tüm gün süren bir gülücükle ortalıkta salınarak gezinebilirdim. Artık, her nasıl olduysa, hiçbir şey duyumsamıyorum. Ruhum yıllarca süren bir zımparalanma işlemine maruz kalmış ve bu işlemin sonucunda pürüzsüz, mükemmel ama soğuk ve sert bir cisme dönüşmüştü. Yıllardır görüştüğüm yakın arkadaşlarımla görüşüyor, yeni insanlar da tanıyordum ama nafile... Birileriyle birliktelikler kuruyordum; sonra istediğim gibi olmadığına karar verip ilk fırsatta görüşmeyi kesiyordum. Birileriyle daha birlikteliklere başlıyordum; yine olmuyordu. Erkek birileri oluyordu, kadın birileri oluyordu... Bir seferinde iki cinse de ilgi duyduğumu zannettiğim zamanlar bile oldu. Ama bunun, en azından benim için, saçma olduğuna karar verip son vermiştim.

Son vermiştim, diyorum. Çünkü bir erkeğin erkeksiliğini hissettiğim zamanlardaki ait olma hissine karşın bir kadının dokunuşlarındaki güveni ve anlaşılabilme duygusunu tatmış olduğum için kendimi, en azından, şanslı sayıyordum. Birbirinden oldukça farklı olan bu hissiyatların farklı ihtiyaçlarımı karşıladığını şaşkınlıkla tecrübe etmiştim. Yine de bazı ihtiyaçların karşılanmaması gerektiğine kanaat getirdiğimde içimde huzurlu bir pişmanlık duymuştum. Tamahkar zenginleşmemeliydi, nanköre iyilik yapılmamalıydı, insanın sonu yoktu ve ben bu gereksinimimi karşılamamalıydım.

İçimdeki tehlikeli maddenin varlığını bir kadın tarafından yavaşça okşanırken farkına varıyordum. Bu benim ve başkalarının sonu olurdu. Benim sonum, başkalarının umudu... Ya da başkalarının sonu benim ruhumun materyali... Ne, neydi; anlayamıyordum. Sonuçta burada kazanan olmazdı. Hoş, hep kazanma içgüdüsüyle bu hale gelmiştik her birimiz, ayrı konu... Bu yaşıma kadar kazanmak istemeyen biriyle henüz karşılaşmadım.

Bu adam ise, bakışlarındaki o kayıtsızlıkla, iddiasını kaybetmiş yürüyüşü ve bakışıyla dingin bir birey görüntüsü çizmesine karşın altında kaynamakta olan bir gayzer gizleyen anakara parçasını andırıyordu. Sanırım benim için, en azından bu ara, kazanmak tabiri bu adamı anlamaya çalışmak olarak anlam buluyordu. Kapı eşiğinde karşılaştığımız ve bana hafifçe başını eğerek kapıyı her tutuşunda bir engelli koşu yarışmacısının tahtanın üzerinden atladığında duyduğu hissiyatı yaşıyordum. İşin güzel yani arkamda beni daha hızlı koşmaya zorlayan rakibim de yoktu. Oldum olası mücadeleleri sevmedim. Sevmediğimden mi kaybederim, kaybettiğimden mi sevmem; hiç bilmiyorum.

Bu süre içinde birkaç kez fırsat kollayıp sürekli gittiği kafede tesadüfen (!) denk geldim. Hoşsohbet biriydi; çok doğaldı bir kere. Nazik konuşmak için çaba sarf etmiyor, sesinin tonunu anlattığı şeye göre ayarlamasını çok iyi biliyordu. Küçük bir selamla başlattığım sohbetimiz o günün sonunda hakkında az da olsa bilgi edindiğim şekilde ilerlemişti. Tabi o konuşmada geçen her bir bilgiyi aklıma kazımaya çok özen gösteriyordum. Bu nedenle ağır ağır dinliyordum ve tepkilerimi de buna bağlı olarak geç veriyordum. Hatta yaptığı aktivitelerden bahsederken bilgileri beynime yazmak ve onunla vakit geçirme hayalleri kuruşum arasında sıkışıp kaldığım bir zaman diliminde geç anladığım algısı yaratmış bile olabilirim. Umarım benim aptal biri olduğumu düşünmemiştir.

Tabi ki o bilgiler işime yarayacaktı. Ya da ben kendi faydam için kullanacaktım. Okuduğu kitaptan da bahsetmişti; şu aralar kitabın uyarlaması olan bir tiyatro oyununun oynandığından da... Oyun normalde farklı bir şehirde sergileniyordu ama yakın zamanda da şehrimize gelecekti. Tüm koşullar adeta bana bu işin peşine düş, diyordu. Dediğim gibi; mücadeleleri sevmem ama evren bana ısrarla bu mücadeleye girmem gerektiğini haykırıyordu. Bir işin peşine düşmeyeli ve her zaman olduğu gibi hüsrana uğramayalı çok zaman oluyordu. Sanırım bir yenisini daha eklemenin vakti gelmişti. Bunun için iki gün boyunca şehrimizde yalnızca iki suare gösterimi olan oyunun biletini buldum. Biletleri alabilmek için kaç kişi devreye soktum, bilmiyorum. Ve bunun için bana ilgi duyan, her fırsatta bir şeyler içme bahanesiyle yakınlaşmaya çalışan restoran sahibi bir arkadaştan da yardım istemek zorunda kaldım. Kesin olarak bildiğim bir şey varsa bu biletin karşılığını bekleyecek olmasıydı. Neyse, bu daha sonra düşünmem gereken bir sorundu ve zorla oturacak değildim ya. Mutlaka bir bahane daha bularak onu atlatabilirdim.

Bileti almıştım almasına ama ona uygun bir dille hediye etmenin yolunu bulmalıydım. Birkaç denk gelme denemesinden sonra dışarı çıkacağım bir akşam karşılaştık. Tabi ki, bu benim aradığım fırsattı. Kendime inanamıyorum ama biletleri sürekli çantamda taşıyordum! Ayaküstü sohbet ederken akıl almaz huzur veren hoş sohbetine daldığım bir anda esas meselemi hatırladım. Tesadüf eseri iki biletin elime geçmiş olması, arkadaşımın bana hediye etmesi yalanlarından sonra kendisine rica minnet hediye edilmesi... Bir umut, beraber gitme fikrinin ortaya atılması için erketeye yatış ise sonraki süreç olacaktı. Aslında biletleri ona verirken bu soruyu beklediğimi itiraf etmeliyim; zaten bütün uğraşım da bu yüzden değil miydi? Belki o an utandı, ya da aklına gelmedi tesellilerinden sonra oyun günü yaklaştıkça ikinci bilete talip olma seviyemi kontrol altına alamıyordum. Ama işte! Yine beklentilerim suya düşüyordu, yıkılışı yaşıyordum ve kapanış! Sebebini birkaç gün sonra kapısına gelen bir çiçekçiden öğrenecektim...

Oyuna, uğruna yalvarmadık arkadaş bırakmadığım, hatta başıma gelecekleri ve restorancı tarafından yaşayacağım ısrarı bile isteye devreye sokup biletini bulduğum oyuna bir başkasıyla gitmişti. Çiçeğin geldiği gün evde yoktu. Salaklık bu ya, akşam geldiğinde konuşmaya bahane olur diye kapısına gelen çiçeği nezaketen (!) teslim aldım. Çiçeği eve getirip beklemeye başladım. Dakikalar, çocukluğumuzda oynadığımız halat oyunundaki halatın bir sağa bir sola gelişi gibi birbirini çekiştiriyordu adeta. Uzun orkidelerin altına özenle yerleştirilmiş krizantemlerle renklendirilmiş; taş görünümlü antrasit rengi, köşeleri üçgenden oluşan çok yüzlü vazosuyla mutfağımda duran bir demet... Üzerine yerleştirilmiş, üstten alta katlanarak zımbalanmış ama aralık kaldığından kolayca okuyabileceğim bir not...

Dakikalar birbirini paylaşamayadursunlar; benim bu nota olan merakım gittikçe artıyordu. Kimden gelmişti, ne için gönderilmişti, hayatında biri mi vardı ya da benim gibi onu beğenen birileri daha olabilir miydi gibi sorular tepemin tasını attırmaya ve notu okuma cüreti göstermeme yetti de arttı:

"Tamamlanmak, bunu yaşamamış biri için ne kadar uzak ve soyut bir kavram olarak kalıyordur. Hatırlamıyorum o zamanları. Bugünümü ve bugün düşündüğüm yarınlarımı yaşanır kıldığın..." gerisi yok. En azından bende yok; çünkü sonlara doğru okuduğumu da anlamamaya başladım. Bu kadarını hatırlıyor olmam bile mucize. Ana fikir şu: yıldönümü. Yıldönümü kutlaması notuydu!

Mutfakta deliler gibi volta atmaya, yarım saatte bir balkona sigara içmeye çıkmaya başladım. Onun balkonuna bakamıyordum. Sanki oraya bakarsam tüm o anlar, kendi kendine konuştuğu, kitap okuduğu anlar, onu izlerken duyduğum heyecan yok olup gidecekti; elimde yalnızca bunlar kalmıştı. Geceden ütülenmiş bayramlık elbisesini koltuğun üzerine serip özenle muhafaza eden bir kız çocuğu edasında ürküyordum. Uyuyamıyordum, uyursam uyandığımda elbisemin orada olmayacağından korkuyordum. Bakamıyordum, baktığımda balkon oradan kaybolacakmış ve ben bayram olmayan bir sabaha gözümü açacağım sanıyordum.

Akşamı nasıl ettiğimi hatırlamıyorum. Notu okuyana kadar birbirine yapışmış olan akrep ve yelkovan kavga çıkmış bir mahallede birbirini kovalayan sabiler gibi koşuşturmaya başlamıştı. Geldiğini görür görmez hemen çiçeği kapıp alt kata indim. Son merdiveni inerken adımlarım yavaşladı, kan dolaşımım hızlandı ve ben o son adımı atamadım. Derin bir nefes... Kapısını çalıp çıktım karşısına. Onun bütün kayıtsızlığına karşın içimden çıkıp derime nüfuz eden hezeyanım sonra gerisin geri girip karnıma saplanıyordu. Belli etmemek için insan üstü bir çaba sarf ediyordum. Durumu anlattım ve nezaketen (!) aldığım çiçeği sakin bir tavırla uzattım kendisine. Çiçeği görür görmez kimden geldiğini anlamıştı. Yüzünde o kayıtsızlığı sonsuza dek silmeye yetecek bir gülümseme yeşerdi. O güne değin hiç mutsuz olmamış gibi bir enerji yaydı dünyaya; öyle bir his... Yine öncekiyle aynı nezaket ve gülümsemeyle teşekkür etti bana. Gülümsemesindeki ifadesizliği tanıdık buldum.

İşte yine o duygu: benim yaşamam gereken hayatı yaşayan bir başka şanslı kişi, dedim kendi kendime. Kapıyı kapattı ve iki kişilik bu oyunun perdesi indi. Tüm ekibi başka şehre götürecek olan araç kapıya yanaştı ve bir korna çalındı.