Aşk eksikliktir. Birine ‘sana aşığım’ demek aslında ‘ben eksiğim.’ demektir. Bebeklikte hayatta kalmak için ötekine (anneye) ihtiyaç duyduğumuz fikri benliğimizin bir parçası haline gelir. Büyüdükçe bize bakım veren kişinin kendi bedenimizden ayrı bir ‘şey’ olduğunu fark eder büyük bir kaygı fırtınasının içinde buluruz kendimizi. Böylece kendimize başka bir ‘öteki’ arama serüvenimiz başlar. İşte bu arayış aynı zamanda eksik olduğumuzun kabulüdür. Fakat bebekliğimizde bize koşulsuz bakım veren o sevgi nesnesini hiçbir zaman bulamayız. Kendini aşk olarak gösteren bu sevilme talebi hiçbir zaman tam olarak karşılanmaz. İki kişi, adına aşk dedikleri ama aslında kendi eksikliğini kapatmak üzere başvurulan bir sevilme talebi üzerine bir araya gelirler. Fakat ortada arz yok talep vardır. Bu yüzden o tamamlanma idealine hiçbir zaman ulaşılamaz. Evet, aşk eksikliktir. Aşkın sonsuza kadar sürmesi için de eksikliğin devam etmesi yani yarım kalması gerekir. Tamamlanan şey aşk olmaktan çıkar. Aşk eksik kaldığı, tamamlanmadığı sürece aşktır. Diziyi izleyenler ‘Neden ayrılıp duruyorlar, birbirinizi seviyorsunuz işte, derdiniz ne sizin vs.’ diyecektir. Cevabı hazreti Lacan veriyor. Lacan’ın yukarda bahsettiğim tespitlerini iliklerimize kadar hissediyoruz dizide. Görünürde hiçbir problem olmamasına rağmen âşıklarımız her seferinde bir kopuş yaşıyorlar. Bazen ego problemleri bazen bir yanlış anlaşılma nedeniyle… Ve bu kopuşlar, bu yarım kalma durumu aşkı hep diri tutuyor.


Filmin araka planındaki doktrinlerden biri de ‘Gerçek gerçeküstüdür’. Tabiatımız gereği gerçek üstü şeylere inanmaya son derece yatkınız. Bu yatkınlık bizi gerçek hayatlarımızdaki sıradan mucizeleri görmekten alıkoyuyor. Kendi sıradan gördüğümüz hayatlarımıza bir miktar odaklansak olayları gelişimi, kendimizi bulduğumuz konumlar, yaşadığımız tüm bu zaman dilimi içindeki değişimimiz, hayatımızda yeri olan insanların oraya nasıl yerleştikleri bize mucizevi gelecektir. İşte dizi bize küçük bir yerleşim yerinde ve olanca sıradanlığın içinde nasıl mucizevi şeyler yaşanabileceğini; yaşanan basit rutinlerin hayatımızı nasıl derinden etkileyebileceğini gösteriyor.  


Neredeyse hiçbir şey anlatmıyor gibi basit ilerleyen ama uyandırdığı hisler ve atmosferiyle insanı çepeçevre sarıp içine alan bir dizi. Laf kalabalığı ve gereksiz görüntüler yerine karakterlerin ve olayların derinliğine odaklanıyor. Yaşananlar realiteye uygun. Bir aşk tam da böyle yaşanır.


Bir ergen hikâyesi diyenler olduğunu görüyorum. Katılmıyorum. Aşk insanoğlunun bilinçsiz hallerine daha uygun bir deneyim. Âşkı olgunlukla özdeşleştirmek en başta aşkın şuursuzluktan beslenen tabiatına aykırı. Diziye dışardan ve daha olgun bir yerden bakılıyor ve yaşananlar saçma geliyor. Oysa kendimiz o tür bir ilişki içinde olsak nasıl davranırdık acaba? Bunu bir düşünelim.


Dizi de dikkat çeken bir başka husus baba figürünün olmaması. Dizide özellikle başkarakterlerimizin hayatlarında baba boşluğu hissedilse de direk babanın kendisi yok. Bu bağlamda dizide bilinçli olarak otorite ayağı dışarda bırakılmış. Böylece karakterler aşklarını kendi özgür seçimleri doğrultusunda yaşamalarına odaklanılmış. Bizim aşina olduğumuz Ortadoğu tipi aşk konseptinde kavuşamamanın nedeni genelde dışsal bir nedene dayanır. Bunlar aile, mezhep, gelenek vs. gibi otorite içeren olgular. Dizide ise tüm bu dışsal nedenler kenarda tutularak karakterlerimizin iç dünyasına odaklanılmış. Ara sıra arkadaş baskısı, sınıf farkı gibi bazı konular ön plana çıksa da asıl ayrılık ve kavuşamama nedenleri genellikle kişinin kendi kimliğine yabancılaşması, benlik problemleri ve özgür seçimler.


Filmin durağan çekimleri, depresif atmosferi, acele etmeden ilerleyişi, karakterler derinliğini ön planda tutması ve müzik seçimleri onu bir sanat filmi konseptine yaklaştırıyor. Seçilen konunun basitliği ve çok fazla popüler kültür öğesi içermesi bakımından birçok kişi bana katılmayacaktır ama ben bunu söylemekte sakınca görmüyorum.