Çın çın çın! Perde açılmakla kapanmak arasında bir tereddüt yaşıyor. Biraz İtalyano, İtalyanovski Aleksey ya da. Uçurtmasını kaybeden çocuklar gibi bir yarım küreden diğerine kadar geliyor şair, daimonu bulmak için. Ay ışığı her gece peşimde, büyüleyen gözleriyle ellerimi tutuyor bir kadın; kilisenin sunakları arasında, parmaklarımdan geçen rüzgar keşke beni de götürse. Gerçek eriyip gidiyor yağmurla, geride öznelliğin bakışı kalıyor. Kilise sessiz bir hareketlilik içinde, bir tek rahibenin simsiyah adımları yankılanıyor. Öylece bakıyorum duvarlara, Neruda sürgünlerimden bir iz arıyorum mecazı yeniden bulan postacının kanlarında. Mussolini zulmünü görüyorum bazilikalarda. Adı bir zamanlar güneş ülkesiydi buraların; güneş toplanır, güneş öğütülür, güneş işlenirdi. Şair bıraktığında ülkesini geride, cennetle cehennem birbirine girmemişti daha, kayıp imgesi belki de artık açmayan güllerden ibaretti. Beni bir bakış hevesi getirdi buraya, gözümün dünyanın merkezi olduğuna inandığım gün, Da Vinci perspektifi arayıp durdum denizlerin derin uzaklıklarında.

Nedensiz ve sıradanlıkla kendimi tanrıların sofrasında buluyorum. Mezar gibi bir yerde etrafında tahta masanın, güneş eğik bir çizgi halinde vururken duvarlara sanki İsa’yı gösteriyor parmağıyla. Oysa Italo, Antonio, Aleksey ile ben ve Dante birbirimizi bulmuştuk ihtilal planları yaparken. Varsın o Fransız bizi papazlıkla suçlasın ve ezilsin ağır çelik paletlerin altında. Bir Doğu Almanya radyosu tutuşturdular elime, antenlerini ayarlıyorum durmadan karışmasın diye. Sonra gurbetane bir Neruda ıslığı, yüzü düşüyor gelen postacının, haberler neşemizi bozacak cinsten değil umarım. Dar sokakların kenarında körpe umutlar bitiyor, yemyeşil ve otomatiklerle biçilmeye hazır. Yine de devam ediyor boy vermeye, öz suyuna güvenerek yaşamın. Tuzlu bir akşama girerken son dokunuşları yapılıyor planımızın. Da Vinci bakışı diyorum, bu planın kendisi olmalı. Gizli ve yarım bir gülümseme. Herkes başka bir anlam çıkarır, eğer göz dünyanın merkezi olursa. Çünkü geride kalan öznelliktir ve kendine göre en büyük benlik. Tekrar gözden geçiyoruz, bir kilim gibi serilmiş kağıtları ve çizimleri. Dante sayıyor cennetin ve cehennemin katmanlarını. Katmanlara ayırıyoruz şehri ve halkı. Dıştan içe, içten dışa. Öz-biçimin denge kolunu kurmayı unutmadan. Sonra Italo başlıyor kurguya ve bütün köşeleri belirliyor, hareketin yönü dedin mi onda. İtiraz ediyor “Papaz” Aleksey, itiraz ediyor kuyulara atılacak bombalara. Çünkü savaştan kalan çocukluğu bakıyor kuyulara ve kuyularda çürümüş Yusuf’a. Ve Aleksey kesinliğini kalın çizgilerle ifade ederken ablak suratı tahkim ediyor mevzisini. Varsın o İspanya’daki Fransız kafayı “makineyle” bozmuş olsun. Yenilmez olandır insan aklı ve yok olsa bile bilir tohum olup çoğalmayı.

Hayır, bunların hepsi kurgu, aldatmaca. Biz bir imge arıyoruz Sitare’yle. Bir vakit yüreğimizden kopup devinen o kıvılcımı arıyoruz, kim bilir belki kanatlanıp sonsuza uçarız. Ama şimdi öyle mi metalaşan hayat. Metalaşıyor bu eski zamanda kalmış sevdamız, nostalgia. Doğu Ekspresi’nde sadece ve sadece 180 lira. İşte sıradanlaşırken daymon, soluyor çan çiçekleri, longozlarımın orkideleri açmıyor artık. Ve yazmanın kaderi buluşuyor kan dökmenin, can vermenin kaderiyle. Ama bitmeyecek arayışımız, beklesin yeni kıvılcımlar!

Çın çın çın! Teneke saçaklarda yağmur sesleri. Perde kapanıyor.