İkimiz, gündüzün akşama doğru akışında belli belirsiz gözüken aya bakıyoruz. Karanlıkta olduğu gibi parlamıyor, beyaz bulutların ve kararan maviliğin arasına yerleşmiş, vaktinin gelmesini bekliyor.

Yüzümüzü yukarıya kaldırıp zamanın etkilerini incelerken silik sesleriyle kuşlar geçiyor. Kuşlar için değil; bulutları, ayın ilk zamanlarını, renk değiştiren gökyüzünü görmek için baktığımdan birden birbirlerinin ardından bir senfoniye ayak uydururcasına uçan, dans eden kuşlar içimde bir yerlerde de doğuyor sanki. Beklenmedik anlarda gözlerimizin önüne serilenler nasıl da ısıtıyor içimizi. Sen bana bu kuşları göstersen, ne göreceğimi bilerek dönerdim suratımı gökyüzüne; yine mutlu olurdum, şaşırırdım fakat aynı hisler belirmezdi kalbimde. Ne düşündüğünü anlamak istiyorum yüzüne bakarken, ben kuşları düşünürken senin de bana bakarken yaptığın gibi belki. Bir işaret arıyorsun, belki göz bebeklerimin büyümesini görmek istiyorsun sana baktığımda ya da kendini görmek istiyorsun göz bebeklerimde. Yanaklarının gamzesiz çukurluğu pembeleşmiş, akşamın son güneşi vuruyor çimenlere, kuşlara, toprağa, sana ve bana. Her şey renkleniyor. Birkaç dakikalık bir renk cümbüşü ve bunun getirdiği mutluluk... Kuşlar son oyununu oynadı ve perde kapanıyor. Rüzgar kuşları yolcu ediyor, gözden kaybolana kadar arkalarından bakıyoruz. Gitgide renkler soluyor, zaman mı çabuk geçiyor yoksa biz mi yavaş yaşıyoruz? Her şey ne kadar da çabuk olup bitti... Kuşlar gitmeseydi, güneş sönmeseydi; ayın o çekingen masumluğu da geride kalıyor yavaş yavaş. Mutluluk yerini hüzne mi bırakıyor yoksa gökyüzündeki maviliğin laciverte doğru akması gibi?..


Giden, gitmeyen, akan, uzaklaşan her şey üstüme çullanmış gibi bir sıkıntı. "Kalkalım" diyorum, "Gidelim artık, boğuluyorum". Sessizce bakıyorsun yüzüme, hâlâ bir şeyler arıyor gibisin. Yorulmadın mı artık aramaktan, hiç ıslanmadığın sularda açılmaya çalışmaktan? Kaldırıma dayadığın ellerine minik taşlar batmış, tozlanmış, grileşmiş, avuç içine kırmızı kırmızı benekler yerleşmiş. Pantolonuna sürüyorsun ellerini, siyah kumaşın üstünde tozlu izler beliriyor. Taşlı kaldırımlara, yeni biçilmiş kokulu çimenlere, ayakkabılarımızı kirleten ıslak toprağa basa basa uzaklaşıyoruz sessizlikten. Yavaş yavaş kulaklarımıza insan sesleri geliyor, insanların ışıkları, kırmızı, sarı, mavi... Artık ne kuşları arıyor gözüm ne de ayı, kayboluyoruz kalabalıkta...