sene bindokuzyüzseksenyedi.
akıl haritamın ve `gönül` topoğrafyamın iz`düş`ümsel kıvrımlarında gezinen, kalbinin olduğu yerdir evin denilen yerdeyim. o zamanlar bu `düşkent`teki gibi yalnızlıkla dolu değilim. aksin(d)e `can evi`mdeyim. uçsuz bucaksızca özgürlüğüyle bir çocuk parkında salıncakta sallanan çocukluk (işte dediğim) günlerimdeyim.
nedense komşunun köpeği, kızkardeşimin kenarları siyah püsküllü `kırmızı` botunu kapının önünden her gece (ç)alıp, - ağaç yalnız kalmasın diye belki de ? - götürüp hep aynı ağacın altına gömüyor. sonra çıkarıyoruz kızkardeşimle ben onu oradan sabahları, giyiyor ayağına, giyiyorum kolları kısa gelen okul önlüğümü, `:elimi ` `:hiç kimsenin ` `:tutamayacağı kadar tarifsiz tutan` eli içinde benimkinin okula gidiyoruz. yaprak sallıyor ağaç arkamızdan, kırmızı bota. yürürken ayakları birbirine dolaşan, "akşama getireceğim onu, merak etme!" dercesine kızkardeşim de el sallıyor ona. o aralar ki, çocukluğunun son anlarını yaşayan, hayata garip, mahçup, alındıkları `güzel` oyuna son kez bakar gibi bakan, tek tip giydirilmiş ama bambaşka hülyalara sahip `vasat`i 400 çocuğun içinde, geçmiş sabahın bir vakti\`acı`sından geçemediği akşamdan kalma sarhoş okul müdürünün kan çanağı gözleri, her daim `andımız`' ı okuyan okulun en güzel kızı yerine beni görüyor. sen, diyor, çık kürsüye ve oku andımız' ı. bense çıkıyorum kürsüye, hiç yapamayacağım bir şeyi yapamıyorum. andımız' ı okuyamıyorum. okuldaki herkes beni tanıyor artık. ve ' aaa . . . andımız' ı okuyamayan çocuk ' dedikleri için bana, ben okula hiç gitmek istemiyorum. sonra, kaçmak için tanıdık `yüz`lerden, sadece - mahalledeki serserilerin sürekli 4 göz diye - umursamadığım - dalga geçme sebepleri olan - gözlüğümü, girerken okulun kapısından çıkarmak geliyor aklıma.
ama, nafile . . .
sonlar, hep aynı kavşakta iniyorlar eninde\kolumda, hayatımızı taşıyan uzun yol(cu) olabilme dertli kısa yol(culuğumuz)un otobüsünden . . .
`gurbet`te; doğduğu `toprak` hasreti depreştiği için, ankara' dan, çocukluğunun geçtiği can evime dönen babam, - yaşayamadığı çocukluğunu `hatırat`larda yaşatmak için belki de - `yalan` dünyadan kaçıp, sınırsızlığa meyilli `gerçek` bir `susku`nlukla, - ' biz ne zaman içsek, iç değilizdir aslında' dizesine inat, içiyor. sadece. alkollü bir gecenin eve ezbere dönülen yollarında, çocuk yüzünü bana miras bırakarak\yağ tenekelerine diktiği çiçeklerini birden soldurarak beyin kanamasından ölüyor sonra. bense toprak değirmenleri inşa ediyorum yarlarda. eliyorum toprağı, ulaşıp en saf tanelerine hayranlıkla bakıyorum. diyorum ki;
keşke babamı bu elediğim topraklara gömselerdi...
`belki` o zaman acımazdı hiç bir yeri(m)...
evin önündeki kireçli toprağa fasülye dikiyorum ve kırmasın `:çocukluk işte, kırılacak zannediyorum` `rüzgar` - birden sarmaşıklığı kıskanıp tarifsiz uzayan - dallarını diye, kendimi rüzgarın oğlu olduğuma inandırıp çıkıyorum yüksekçe bir yere, geldiği `:m0r``uzak`lardaki yerlere bakarak, kollarımı açıp durdurmaya çalışıyorum rüzgarı. bazen babam oluyor, bazen olmuyor.
anlamak ve görmek için `gezegen` `yolcu`luğumuzu, babamın aldığı kitaplardan `gılgamış destanı`' nı okuyorum sürekli. `enkidu` gibi bir arkadaş istiyorum kendime. şöyle hesapsız\burkulmaya her `dem` hazır duygularıyla yanımda öle(bile)n.
yemek saatleri dışında `kayısı` ağaçlarının üstünde(n) geziniyorum hep. nedensiz bir gökyüzüne `yakın` olma köşegeni(m), depreştiriyor ağacın en yüksek yerine çıkma isteğini içimde. kayısıyla kayıtsız `aşk`ımız `pür` dem devam ederken bir yandan da `badem` ağaçlarına meyilleniyorum. ama sahibinin korkusundan onlara yaklaşamıyorum. birbirimizin bedenlerine dokunamadan doyamayacağımız yasak ilişkimiz, onlarla, mesafeli bir `akışkan`lıkta ilerliyor.
gazoz kapakları biriktiriyorum. oyuncağı olanların oyuncusu olamayacağı bir oyun için. diziyorsun gazoz kapaklarını bir yere, atıyorsun taşı. dağılıyorlar birden etrafa, seni görünce, beni `yalın`a çaldıran `hüzün`lerim gibi. mahalle takımının kalecisi kızkardeşim, o kadar küçük ki, ikide bir rüzgarda dağılan yalnızlığını bile toplayamıyor.- kaldı ki kaleye gelen topları toplasın. - bense oyunda nerede duracağımı bile bilmiyorum. tıpkı şimdilerde insanların içinin neresinde\nasıl durmam gerektiğini bil(e)mediğim gibi.
televizyonumuz var ama hiç bir zaman sağlam değil. sadece sesleri geliyor, rol mü yapıyorlar\kendilerini mi oynuyorlar anla(şa)madığım oyuncuların. annemse sırtını dönüp\halinden şikayetçi ol(a)madan, radyodan ' `arkası yarın` ' dinler gibi, dinliyor, insanların, -kaybolmasın kendinlerinden bir şeyler diye- zamanın bir yerlerine asılan seslerini. bizse `siyah` ekranda görün(e)meyenleri `hayal`e dalıyoruz kızkardeşimle. komşunun evine gidiyoruz bazı, superman' i izlemeye. en heyecanlı yerinde, komşunun oğlu kalkıyor, kapatıyor televizyonu.
soruyorlar neden diye;
"- ısındı, televizyon !" diyor.
sonra kızkardeşimle ben superman' in süperliğinin yarısına er(e)meden, yoksulluğa eren yerlerimizin derin sızısı gözlerimizden akan düşüncelerimizde, eve dönüyoruz.
şimdi sıklıkla düşlüyorum da, görsem komşunun oğlunu tekrar, ona;
- "sen bize o zaman izletmedin süperman' i. belki de sen sonraları izlettirmeyerek içindekileri de kimselere, korunaklı bir süper adam oldun, böylece."
ama;
" benim kadar `yalnız` olamadın ! " demek isteği yalazlanıyor bozkır rüyalarında yaşayan içimde.
ah, içimizde kalan çoğu şey gibi
bu da ukte kalsın,
ne fark eder ?
gülerken utangaçlığını\yaşarken düzgünlüğünü hayat üçgenimin uzun kenarı yaptığım babam' a . . .
senihepçoksevdim;
ah, yaşa-ya-masan da . . .